Pazartesi, Mayıs 19, 2008

Niçin geri kaldınız?: Piyasa


Tanrı devlete, yapmaması gerekenlerden geri durması için ihtiyacı olan nefs hâkimiyetini, yapması gerekenleri hızı ve etkin şekilde yapabilme gücünü ve birini diğerinden ayıra edecek aklı ihsan etsin.[1]


Bir malı, veya bir hizmeti kim üretmeli?

Ne kadar üretmeli?

Kaça satmalı?

Bunlar ekonominin temel sorularıdır. Son yıllarda, “bir derste ekonomi”, “bir sayfada ekonomi” anlatmak moda haline gelmişken Milton Friedman’dan, “bir kelimede ekonomi” talep edilmiş. Friedman önce, “piyasa” demiş. Fakat arkadan değiştirme ihtiyacı duymuş: “fiyat”.

İnsanlar, teorik tartışmalardan haberli veya habersiz, bu sorunun cevabını davranışlarıyla verdiler: Piyasa!


* * *

Siyasî otoritenin fikri genellikle farklıydı. Bizim loncalardan, İngiltere’de artık sadece işletmenin eskiliğini vurgulamak için kullanılan “majestelerinin tayini ile viski üreticisi”, “majestelerinin tayini ile salça üreticisi” unvanlarına kadar her üretimin “ruhsat”a bağlanması gayet makul görünüyordu. Fiyatlar da devletin koyacağı “narh” ile belirlenmeliydi.

Aksi keşmekeş değil miydi?

Bu düşünceler kulağa geldiği kadar arkaik değildir. Hemen bütün komünist sistemlerde ve birçok komünist olmayan devlette yirminci asrın sonuna kadar bu anlayış devam etti.

Ülke ekonomisinin geleceğini, yani gelecekte nelerin ne kadar üretileceğini de devlet planlayacaktı. Eğer üretim bütünüyle devlet tarafından yapılacaksa—ki her halde en pratiği budur— mesele yoktu. Devlet kendi planını kendi icra edecekti. Üretim devlet dışında birimler tarafından da yürütülüyorsa, onların devletin gelecek hakkındaki kehanetlerine göre vaziyet almaları iyi olurdu ve gerekliydi.

Bunlar son derece “mantıklı” tutumlardır. Mantığa ne kadar uygunsalar, o derecede de gerçeğe ve dolayısıyla bilime aykırıdırlar. Defalarca belirttiğim gibi, bilimin baş düşmanı akıl dışılık veya mantıksızlık değildir. Bilimin asıl düşmanı, gözlem ve gerçeğe önem vermeyen mantıktır.

Binlerce yıldır fiyatı ve neyin ne kadar üretileceğini arz ve talep tayin etmektedir. Bir mala veya hizmete ihtiyaç varsa ve kanunlar yeterli üretime engelse, kaçakçılık ve yasa dışı üretim artmaktadır. Bir mal veya hizmetin fiyatı narhla, arz talep dengesinin gösterdiği noktanın altında tespit edilirse o mal ortadan kaybolmakta ve karaborsaya düşmektedir. Bir mal veya hizmetin fiyatı piyasanın gerektirdiğinin üstünde tutulmaya çalışılıyorsa kayıt dışılık patlamaktadır. Maktu avukat ücretleri, asgari ücret, Tabip Odası Asgari Ücret Tarifesi bunun ülkemizdeki örnekleridir. Sanıldığının aksine, devlet genellikle fiyatları düşürmek yönünde değil, politik güç veya oy sahibi grupların çıkarları için fiyatları yükseltmek yönünde de narh koymaya çalışır.

Ekonomiye hâkim devlet fikrinin Türkiye’deki son örneği, bizim 2008 tarihini taşıyan Özel Hastaneler mevzuatıdır. Bu yeni kanunumuzla nerede hastane açılacağı, hangi cihazların alınacağı, kaç doktor ve hemşire istihdam edileceği, bu kadrolara kimlerin tayin edileceği Sağlık Bakanlığımızca belirlenecektir. Sayın Bakanlık bu kararları almadan önce Çin Halk Cumhuriyeti yönetimine bir danışsa iyi ederdi. Böyle politikaların çalışmadığını onlar bizimkilere söylerdi.


* * *

Üretimin ve fiyatın devlet kontrolünde olmaması gerektiği anlayışı ilk kez ve sadece o feodal Avrupa’nın otorite yokluğu sırasında doğdu. Çünkü ilk kez orada, bir tarihî kaza sonucu, devlet otoritesinde buna izin verecek boşluk ortaya çıktı. Bir kere yararı görülünce, millî devletler ve imparatorluklar devrinde de sürdürüldü. Dünyanın geri kalanında, hemen her yerde devletçiliğin hâkimiyeti devam etti. Japonya, Tayvan, Hong Kong, Singapur ve Güney Kore hâriç Asya’nın tamamında, Avrupa’nın doğusunda ve Kuzey Amerika hâriç Amerikalarda... Afrika’nın tamamında.

Dikkat edilirse, bu küçük dünya turu, asıl istisnayı teşkil eden gelişmiş ülkelerle, “niçin geri kaldınız?” sorusunun muhatabı çoğunluğu da birbirinden ayırmaktadır.

İngiliz emperyalizminin baskısı altında kalan Japonya ve Hindistan’ın çok farklı kalkınmışlık seviyelerine sahip olmaları da tarihin bir cilvesiyle açıklanabilir: İngilizler Japonya ile temasa geçtiklerinde İngiltere’de Liberal Parti iktidardaydı. Hindistan’a etkileri azamiye çıktığında ise İşçi Partisi. Japonya, İngiltere’nin gücünü liberal söylemde, Hindistan sol söylemde gördü... 19. asrın ikinci, 20. asrın ilk yarısına ait bu iki zıt gözlem, asrın ikinci yarısında birbirine zıt iki ekonomi düzenini ve kalkınma seviyesini belirledi.


* * *

Tabiat alanında, kökü eski Yunan’a dayanan feylesofların mantıklı fakat yanlış hükümlerine karşı bilim devrimi on altıncı asırda başlar. Ekonomide uyanış tabiat bilimlerinden üç asır daha geç ortaya çıktı. Tayin ve narhların dışında hâkim bir gücün bunlar yokmuş gibi hükmünü icra ettiği ilk kez Adam Smith tarafından gözlendi. Adam Smith’in ifadesiyle tek tek insanların kendi çıkarları için verdikleri milyonlarca karar, sonuçta üretim ve ticareti topluma azami faydayı sağlayacak noktada dengeliyordu. Bu mekanizmaya müdahale edilmemeliydi. Sonuçta bize en iyiyi sunan bir “gizli el” vardı.

Adam Smith’in sözleri mantığa değil gözleme dayanıyordu. Gerçekten da mantıklı değildi. Bu mantıksızlık, ABD’yi ziyaret eden bir Sovyet yetkilisinin merakında çok güzel dile getirilmişti.: “New York şehrinin süt dağıtımını kim düzenlemektedir?” O tarihte, bugünkü gibi uzun ömürlü sütler yoktu. Tüketilmeyen süt birkaç gün içinde bozulurdu. Bu durumda, tonlarca ve tonlarca sütün milyonlarca insana tam talep ettikleri ölçüde, ne fazla ne eksik, tam zamanında, tam da o sütü alacakları fiyatla—yine ne eksik ne de fazla— ulaşması değme generallerin planlayıp yürütebilecekleri bir ikmal operasyonu değildi. Cevap, Adam Smith’in gizli elidir... Sovyet bürokratının bunu anlaması, mümkün değildi. Bu anlayış eksikliği, yirminci asrın sonunda Sovyet İmparatorluğu’nun sonunu getirdi.

“Gizli el”, yirminci asırda Ludwig von Mises tarafından daha açık bir tarzda izah edildi. Piyasa dediğimiz mekanizma insanların bir birlerine sürekli bilgi göndermesidir. Alıcılar, satıcılar, üreticiler, tüketiciler, aileler, tüccarlar her gün mesajlaşır. Bu mesajlar, hangi mal ve hizmeti ne kadar tüketecekleri, hangi fiyata razı olacakları üzerinedir ve sözle değil, hareketle, daha doğrusu harcamalarla verilir.

Hangi işletmenin iyi, hangi şirketin kötü çalıştığını da bu mesajlar belirler. İnsanlara yararlı mal ve hizmeti, onların istediği kalitede üretip alacakları fiyatlarla satanlar büyür, zenginleşir ve yaşar. Bunu beceremeyenler iflas eder, yok olur... Canlılar dünyasındaki tabiî seçim, eski deyimimizle “ıstıfa vetiresi” ekonominin dünyasında da sürer gider.

Von Mises’in veciz tespiti: “Piyasa, insanlar tarafından yaratılır, fakat insanlar tarafından kontrol edilemez”. Kontrol edilmezliğin izahı zor değildir. Milyarlarca mesaj bir avuç, hatta yüzlerce, veya binlerce bürokrat tarafından anında değerlendirilip, anında doğru cevaba dönüştürülemez. Milyonlarca insanın çıkarını bir avuç bürokratın onlardan daha iyi bilmesi mümkün değildir.

Ekonomi alanındaki Nobel ödüllerinin önemli bir kısmı son yıllarda ekonomide malumatın (= enformasyonun) rolü, malumattaki simetri bozukluğu (bazı oyuncuların diğerlerinden fazla bilgiye sahip oluşu) ve malumat akışındaki aksaklıkların piyasayı bozması, malumat ve çıkarlarına göre insanların davranışları (oyun teorisi) konusundaki araştırmalara verilmiştir.


* * *

Piyasa kavramını hazmettikten sonra, fakat mutlaka hazmettikten sonra, atılması gereken ikinci adım, piyasanın her zaman mevcut olmayacağını anlamak ve “gizli el”e iman derecesinde güvenmemektir. Gizli el bazen yok olmakta, bazen da felç geçirmektedir.[2] Dengeleri açıklamakta son derece yararlı olan teoriler, dengesizlikler karşısında başarısız kalabiliyor.

Piyasayı bozan baş etkenlerden biri, tekellerdir. Tekel devlette de özel sektörde de olsa tekeldir, piyasa dışındadır ve piyasayı tahrip eder. Bir başkası, devletin müdahalelerinin üreticiler, tüketiciler ve bütün ekonomik birimlere gelen malumatı çarpıtmasıdır Talep edilmeyen mal veya hizmete talep bulunduğu veya denge fiyatının üstünde veya altında fiyat sinyalleri verilmesidir. Ülkemize ve bugüne ait yukarıda saydığımız örneklerin her biri bu yanlış sinyalleri içinde taşır. Devlet ihalelerinde “ihaleye fesat karıştırılması”, bazı alanların sınırlanıp rant değeri kazandırılması ve özel düşüncelerle üleştirilmesi hep piyasa sinyallerini bozan unsurlardır. Nihayet, devletin “iktisadi teşebbüsler”i ıstıfa vetiresine tabi olmazlar. Çoktan ölmeleri gerekenler, toplumdan kan alarak hortlak hayatlarını sürdürürler. Arzla talep arasında büyük bilgi farkı bulunan ve güvene dayanan tıp, bankacılık, sigortacılık gibi alanlarda kanunların şeffaflığı zorunlu kılması gerekir.


* * *

Nasıl zenginleşirsiniz?

Son iki asrın tecrübesi, mantığa uygun veya aykırı, milletlerin zenginleşme yolunun ana çizgilerini gayet belirli kılmıştır. Bu ana çizgileri, Batı’nın endüstri devrimi konusunda otorite sayılan David S. Landes’in, “Milletlerin Zenginliği ve Fakirliği” eserinden alarak sunuyorum[3]:

“İdeal bir toplumun ana hatlarını çizerek başlayalım... Teorik olarak maddî ilerleme ve genel zenginlik yoluna en uygun cemiyeti... Bu, “daha iyi” veya “üstün” bir toplum anlamına gelmiyor. Bu kelimelerden kaçınmalıyız. Bu, sadece mal ve hizmet üretimine daha yatkın bir toplumdur. İdeal büyüme ve gelişme toplumu şöyle bir toplumdur:


  1. Üretim araçlarını kullanmayı, yönetmeyi ve inşa etmeyi bilen, teknolojinin sınırlarındaki yeni teknikleri yaratabilen, adapte edebilen ve onların ustası olabilen.

  2. İster resmî okullar ister çıraklık eğitimiyle bu bilgi ve yetenekleri gençlere aktarabilen.

  3. İşe insan seçerken bunu yetkinlik ve liyakate dayandıran, terfi ve tenzilleri performansa göre yapan.

  4. Tek tek insanların veya grupların girişimlerine imkân veren, inisiyatif, rekabet ve başarma hırsını teşvik eden.

  5. İnsanlara emek ve girişimlerinin sonuçlarından yararlanmasına izin veren.”

.....

“Böyle bir toplum, bu önemli hedeflerin gerçekleşmesi için gereken siyasî ve toplumsal kurumlara sahiptir. Bunlar, meselâ şu müesseselerdir:


  1. Tasarruf ve yatırımı daha iyi teşvik edecek özel mülkiyet hakları.

  2. Hem diktatörlüğün suiistimaline hem de özel keşmekeşe (suç ve yolsuzluk) karşı kişi hürriyetlerinin güvenceye alınması.

  3. Açık veya zımnî mukavele haklarının devlet zoruyla güvenceye alınması.

  4. İstikrarlı bir yönetim. Yönetimin demokratik olması gerekmez, fakat hükümet herkese açıkça bildirilen kurallarla yönetilmelidir. Şahısların değil kanunların hükümeti olmalıdır. Eğer demokratikse, yani belli dönemlerde yapılan seçimlere dayanıyorsa, çoğunluk kazanmalı, fakat kaybedenlerin haklarını ihlal edememelidir. Kaybedenler ise kayıplarını kabul etmeli ve sandığa tekrar gitme zamanını gözlemelidirler.
    Şikâyetleri duyan ve önlem alan, dinleyen ve dinledikleri üstüne icraat yapan bir hükümet.

  5. Dürüst bir hükümet: Öyle ki, ekonomideki aktörler piyasa içinde veya dışında yönetime dayanan avantaj ve ayrıcalık aramaya yönelmesin. Ekonomideki teknik tabirle, iltimas ve nüfuzun sağladığı rant bulunmasın.

  6. İtidal sahibi, etkin ve arsız olmayan bir hükümet. Bunun sonucunda vergiler sınırlanmış, hükümetin toplumun üretimi üzerindeki talepleri nispeten az ve ayrıcalıklar ortadan kalkmış olmalıdır.”

Ve belki, en önemli tespit:

İdeal toplum aynı zamanda dürüsttür. Dürüstlük kanun gücüyle sağlanmaktadır, fakat idealde, kanuna gerek bulunmamaktadır. İnsanlar dürüstlüğün doğruluğuna inanmalı, dürüstlüğün kazandıracağını görmeli ve buna uygun davranmalıdır.

Türkiye nerede?

Landes’in saydığı maddelerden bir kısmı, Türkiye için önemini kaybetmiştir.

Daha doğrusu, Landes’in önermelerinde “A’nın sağlanması için B yapılmalıdır” şeklindeki kalıpta, bazen B yapıldığı halde A’nın bir türlü gerçekleşmediğini görüyoruz. Meselâ, bizde “dürüstlük kanun gücüyle sağlanmak” istenmektedir ama insanlar dürüstlüğün kazanç sağlayacağına inanmamaktadır.

Kanunla düzenlenen elle tutulur noktalar yetseydi, Türkiye’nin bugünkünün çok üstünde bir hızla büyümesi gerekirdi.

Kanunlar, yönetmelikler şüphesiz önemlidir ve bunlardaki yanlışlıkların etkisi önleyici, felç edici, hatta tahripkâr olabilir. Fakat bunun tersi ne yazık ki doğru değildir. İyi mevzuat bir toplumu gerçekten ayağa kaldırırken bir diğerinde etkisiz kalabilir. Bu “yumuşak” yön, her türlü “katı” mevzuattan daha etkili olabilir. İşte “zihniyet” denilen ve toplumun âdetâ genetiği gibi değerlendirilebilecek bu unsurları Türk toplumu açısından ele almak zorundayız.
_______________________________
[1] Bu duaya ilk kez, değerli fikir adamı Dr. Ömer Dönderici dikkatimi çekmişti. Aslı Reinhold Niebuhr (1892-1971) adlı papazın “Sükunet Duası”dır. Ben, bu yazının maksadına göre değiştirdim. Uzunca metnin başlangıç kısmının aslı şöyledir: “Tanrı bize değiştirilemeyecek şeyleri kabullenmemizi sağlayacak tevekkülü (veya sükuneti), değiştirilmesi gerekenleri değiştirme cesaretini ve birini diğerinden ayırd etmemizi sağlayacak bilgeliği ihsan etsin.”
[2] Joseph E. Stiglitz, “Information and the change in the paradigm in economics” (Ekonomide, malumat ve paradigmada değişim), 8 Aralık 2001, Nobel Ödülü konuşması (http://nobelprize.org/nobel_prizes/economics/laureates/2001/stiglitz-lecture.pdf).
[3] Adam Smith iki asır önce, “gizli el”ini anlattığı kitaba “Milletlerin Zenginliği” başlığını koymuştu. Landes başlık seçerken Smith’e gönderme yapmaktadır: “The Wealth and Poverty of Nations” (Milletlerin Zenginliği ve Fakirliği), David S. Landes, W. W. Norton and Company, New York, London (1999) sayfa 217- 218.

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home