Pazar, Temmuz 04, 2010

Milliyetçiliğin ekonomisi: Sonuç


1970’lerde Türkiye, Rusya’nın komünizm ideolojisini kullanarak giriştiği saldırıyla karşı karşıyadır. İki kutuplu dünyanın diğer kutbunun lideri ABD’dir. Komünist kutba göre komünizm “bilimsel”, “tek yol”, tek doğru ve aşikâr gerçekti. Peki, karşı taraf neydi? O da “emperyalist” idi. Sınıf şuuru pek kimsenin umurunda olmadığı için- hiçbir zaman da olmadı- ABD’ye ve Batı’ya muhalefet anti-emperyalist görünümünü vurgulamak zorundaydı ki asıl mensubiyet şuuruna, milliyetçiliğe hitap edebilsin. Öyle de yaptı.

O günkü solun çoğunluğu Türkiye’nin bağımsızlığı için emperyalizme direndiklerine inanırdı. Peki Rusya? O, komünist olduğu için emperyalist olamazdı. Bu mantık tuzağını ilk bozan Çin oldu. SSCB, Çin’e göre, “sosyal emperyalist” idi.

Bu mücadele içinde milliyetçilerin sloganı, son derece mantıklıydı: “Ne Amerika ne Rusya!”. Ortaya bir de Maoculuk çıkınca, slogan biraz uzadı: “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türklük için”.

O günlerden bu güne yarım asır geçti. “Komünist dünya” diye bir şey kalmadı. SSCB, egemenliği altındaki milletlerin önemli kesimini bırakmak zorunda kaldı ve “bilimsel sosyalizm”i hem pratikte hem teoride terk etti. O artık SSCB değil Rusya idi. Çin aynı şeyi pratikte yaptı ama teoride hâlâ “komünist”. Daha önce gördüğümüz gibi, bu öyle bir “komünizm” ki, Çin tarifine göre, ekonominiz ne kadar gelişmişse o kadar komünistsiniz. Demek ki Lüksemburg, Norveç, ABD v. s. en komünist ülkelerdir. Böyle komünizmi kim istemez?

Soğuk savaşı komünist dünya kaybetti ama- çok şükür- silahlarla değil. Ekonomiyle kaybetti. İdeolojinin cenderesindeki ekonomi, gerçeğe daha yakın bir ekonomik ve sosyal düzen karşısında güçsüz düştü ve mağlup oldu. Bilim, gerçeği aramanın metodu olduğuna göre buna, ideolojinin bilime yenilmesi de diyebilirsiniz.

Otoritenin dayattığı yapma gerçek değil, gerçeğin otoritesi hâkim oldu.

*  *  *

Türkiye’deki mücadelede- daha önce de bahsedildiği gibi- komünizmin güçlü bir ekonomik teoriye dayandığı yanılgısı vardı. Yukarıdaki kısa özet “komünizmin güçlü ekonomik teorisi”nin ne kadar yanlış bir algılama olduğunu gösteriyor. Fakat o zamanlar Türkiye’deki “aydınlar” dünyaya baktıklarında bunun tam tersini görüyorlardı. Komünistlerin güçlü bir ekonomik teorisi vardı; dünyada başka hiç kimsenin de yoktu. Solcular tabiatıyla bu fikirdeydiler; işin tuhaf tarafı, tarafsızlar ve hatta sağcılar da bu fikirdeydi!

Peki, biz, milliyetçiler, ekonomi için ne diyecektik? Öyle ya, bir şey söylemek zorundaydık. “Ne Amerika, ne Rusya” iyi bir slogan olduğuna göre buna simetrik bir iktisat sloganı bulabilirdik: “Ne komünizm, ne kapitalizm!”. Maksada ve o günlere son derece uygun bir slogan. Bir eksiği vardı, birisi “Peki ne?” diye sorsa ne diyecektik?

- Ne Amerika ne Rusya!

- Peki ne?

- Türkiye!

Son derece doğru. Şimdi de doğru, o gün de doğru. Bu aslında bir iddia, bir ideoloji değil, asırlardır geçerli olan dünya realitesinin eksik ifadesidir. Doğrusu, dünyada milletlerarası hayatın millî menfaatler üzerine kurulduğu; millî menfaat için rekabetin, millî menfaat için iş birliğinin aynı anda yürüdüğüdür.

Fakat “ne sosyalizm, ne kapitalizm” gerçeğe aynı kuvvette basmıyordu. Daha kötüsü “peki ne?” sorusunun cevabı hazır değildi. Bu cevap için “üçüncü yol” diye bir ifade bulduk. Fakat bunun içi dolu değildi. Kimisi üçüncü yolu biraz ondan, biraz diğerinden diye anlıyordu ki bu bir anlamda o yılların modası “karma ekonomi”ye yakın bir tutumdu. Bir fikir sisteminin ille bir ekonomik ideolojisinin de olmasını isteyenler daha fantastik yaklaşımlar peşindeydi. Meselâ, “İslâm’da para altına dayanır” gibi. Tuhaftır ki en uçtaki liberallerin de görüşü budur. Altın muhalifleri – o tarihlerde- SSCB’nin altın rezervlerinin Batı’nınkinden mukayese edilmeyecek kadar fazla olduğunu, altın temelindeki bir paraya geçildiğinde SSCB’nin New York borsasını satın alabileceğini iddia ediyordu. Doğru muydu? Sanmıyorum. İslâm adına böyle bir iddiada bulunmak açıktır ki, “altın çağ” arayan arkaizmin bir örneğiydi. Banknot, mevduat, numaralı M harfleri yenidir. Altın ve gümüş, binlerce yıl, en eski medeniyetlerden beri paranın temeliydi.

Bir başka “çare” dostum Kurt Karaca’nın “Milliyetçi Türkiye” kitabındaki ekonomik tezdi. Herkes gelirinin %10’unu zorunlu olarak devlete verecekti. Devlet de bu yüzde onlarla yeni fabrikalar, ama kötü değil, iyi fabrikalar kuracaktı (fabrika yapan fabrikalar!). Bunların mülkiyeti de o yüzde onları verenlerin olacaktı. Bu teze para toplama tarafından baktığımızda, vergilerin arttırılmasından bir farkı yoktur. Mülkiyet tarafından bakıldığında ise tek tek batan tarım kooperatiflerinden, kolhoz, sovhoz, kolektif veya korporasyon anlayışından esintiler görürüz. “Kim, kimin malını kimin için?” matrislerindeki mülkiyet zorunlu olarak size verilen bir belgeden- belki bir makbuzdan- ibaret değildir. O mülkiyetin içinde, iktisatta “tasarruf” denilen faktör en önemli parçadır. Bu “tasarruf”, kelimenin alışılmış kullanımdaki “birikim” anlamında değildir. “Sizin” olan şey üzerinde onu dilediğiniz gibi kullanma, değiştirme, yönetme yetkisidir.  Ortaklığınız, ortak olunan üzerinde size bir yetki vermiyorsa, bu “üçüncü yol” bir felâketle sonuçlanan konut edindirme hikâyemize veya tütün, fındık v. s. kooperatiflerimize dönerdi. O plan uygulansaydı, çalışanların ücretlerinde önce %10’luk bir azalma olacak, ardından bunun yol açtığı yoksulluğu gidermek için o civarda bir zam yapılacak, bu da bir o kadar enflasyon getirecekti. O yıllarda paramız konvertibl değildi ve toplanan %10’lar yatırım malı ithaline dönüşemezdi ki hemen bütün yatırımlar büyük oranda ithalâta dayanırdı.

*  *  *

O değil, bu değil… Peki, nedir milliyetçiliğin ekonomisi?

Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir şey yoktur. Çünkü milliyetçiliğin metodu, bilimin bizzat kendisidir. Fakat milliyetçiliğin ekonomiden beklentisi vardır: Milletin bekası için çok üretim, yüksek rekabet edebilirlik, mutlu bir toplum ve güçlü bir millî devlet. Bunlar olmazsa, “beylik” gitmektedir. Emperyalizmin, “ben üstünüm, çünkü benim kültürüm üstün” iddiasına ancak bunlarla karşı konulabilir.

Milliyetçiliğin ekonomisi ekonomiden ibarettir. Tıpkı Pareto’nun dediği gibi, “Ekonomide ideolojiler yoktur; sadece ekonomi bilenlerle bilmeyenler vardır”. Pareto’ya bir şey ekleyebiliriz: Ekonomide “bilenler”in de her şeyi bilmediklerini… Bu hemen bütün bilimler için doğrudur ama en karmaşık problemleri çözmeye çalışan sosyal bilimler ve bu arada ekonomi için daha da doğrudur.

Her şeyi bilmiyoruz ama bazı şeyleri artık biliyoruz. Yaptığımızda refaha ulaşacağımız, yapmadığımızda fakirleşeceğimiz en az iki şeyi çok iyi biliyoruz:


  • Sahipliğin verime müthiş etkisini;
  • Piyasanın ekonomiyi verime yönlendirme gücünü.
Sahiplik

Geçen bölümlerde anlatılan “kim, kimin parasını, kim için, nasıl harcar”, “kim, kimin dikkat ve emeğini, kim için, nasıl verir” sorularının cevap matrislerinin işaret ettiği bu sahiplik meselesidir. Çin’in çok uzun zaman âdeta süründükten sonra birden kalktığı ekonomik atak bu sahipliğin sonucudur. Emeğin yabancılaşmasına engel sahipliktir. Emeğin yaratıcılığının şartı sahipliktir.

 “Mülkiyet” yerine kasten “sahiplik” diyorum. Çünkü insanın mülkiyeti altında bulunanlara sahip çıkmaması da mümkündür, mülkü olmayanlara sahip çıkması da. Sahiplik, Türkçenin “sahip çıkma” ifadesini de hatırlatır. Vatan ve millet bizim mülkümüz değildir ama biz onun sahibiyiz.  Mehmet Akif’in

Sahipsiz olan memleketin batması haktır
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır

mısralarını her dile tercüme etmek kolay değildir. Partiler, üyelerin mülkü değildir ama onlar partilerine sahip değillerse başarı sınırlıdır. Bu son birkaç örnek sahiplik kavramını alışılmış ekonomi anlayışının dışına taşır.

Bir veya birkaç kişinin ortaklaşa sahip olduğu ekonomik birimler inovasyonların, geleceğin büyük şirketlerinin çekirdeğidir. Büyük organizasyonlarda çalışanların organizasyona sahip olmalarını sağlamak da çağdaş yönetim biliminin ana konusudur.

Piyasa

Hangi ürünün (mal veya hizmet), ne miktarda üretileceğinin, kaça satılacağının en sağlıklı belirleyicisi serbest piyasadır. Bu konuda o kadar deneyim birikmiştir ki, bu gerçeğe direnmek saçma hâle gelmiştir. Rahatlıkla, “bilim böyle söylüyor” diyebiliriz. (Bu ifadenin sık sık suiistimal edildiğini bile bile.)

Piyasanın, ülke ekonomisini en üst verim düzeyine çıkardığı matematik modellerle ispat edilebilmektedir. Öyle bir “en üst” ki, serbest piyasanın ekonomiyi ulaştırdığı azami verim noktasında, güç kullanarak bir değişiklik yaparsanız, bazı birimlerin lehine bir sonuç elde edebilirsiniz. Fakat ekonominin tümünü, dolayısıyla toplumu daha düşük bir verime mahkûm edersiniz.

Ancak piyasanın ferasetinden söz ettikten sonra birkaç noktaya dikkat çekmek gerekir:


  • Ürün hakkında üretenle tüketendeki bilgi eşit ve simetrik değilse piyasa söz konusu değildir.
  • Tekel veya sınırlı sayıda el (oligopoli) varsa piyasa yoktur.
  • Gerçek olmayan bir fiyatlama varsa (damping gibi) piyasa yoktur.
Piyasayı çarpıtan bu unsurlara iç ticarette de milletler arası ticarette de rastlanır. Ancak milletlerarası ticarette bunları zamanında tesbit etmek daha zor olabilir. Üstelik işin içinde devlet gücüyle sağlanan haksız avantajlar ve geleceğe yönelik tehditler de barınabilir.

“Gizli el” ve “piyasa” için söylediklerimiz denge halleri için ve – ekonomistlerin Latince’sini söylemeye bayıldıkları: “seteris paribus” —diğer âmiller sabitken doğru bir kurallardır. Balonlar şişerken ve patlarken pek de geçerli olmuyorlar.

Son olarak, “denge hali”nin bugüne odaklandığını, uzun vadeyi pek dikkate almadığını da göz önünde bulundurmak lâzımdır. Meselâ “mukayeseli avantajlar teorisi”, ülkelerin en iyi ürettiklerine konsantre olmaları gerektiğini, iyi üretemediklerini ithal etmelerinin daha makul olduğunu söyler. Bu davranışın genel verimliliği en üste çıkardığını matematikle de ispat etmek mümkündür. Fakat bu teori, her ülkenin şu anda ne üretiyorsa on- yirmi- otuz yıl sonra da aynı şeyi üretmeye mahkûm olduğunu var saymaktadır. Bu teoriye göre henüz endüstrileşmemiş bir ülke, meselâ şeker kamışı üretiyorsa, endüstrileşmeye gayret etmemeli şeker kamışına odaklanmalıdır. Bu saçma sonuç, zaman içinde değişebilmenin teoride bulunmamasından kaynaklanır. Belki biraz da bu teorinin, endüstri ülkeleri tarafından propaganda edilmesinden...

Ekonomide devlet

Devlet ekonomide büyümeli mi küçülmeli mi?

Yukarıdaki tespitlerden sonra bu sorunun kendisini sorgulamamız gerekiyor. “Devlet küçülmeli” hükmü, sahipliğin devlet tarafından ihlâli, devletin bizzat üretime girmesi veya piyasaya narhlarla, tavan veya taban fiyatlarla, yasaklamalarla müdahalesi anlamına geliyorsa, devlet bunları yapmamalıdır.

Fakat devlet, hukuk sistemiyle sahipliği korur: Birinin malını bir başkasının çalmasına engel olur. Borçların ödenmesini sağlar. Üretimin can damarı olan karşılıklı mukavelelerin işlerliğini garanti altına alır. Sahiplik sınırlamaları başlığı altında saydıklarımızın gözetimi ve uygulaması da devletin işidir. Devlet hayatî önemi olan bu konularda küçülemez. Tersine, ne kadar güçlü, etkili ve hızlı ise o kadar yarar sağlar.

Benzer şekilde piyasayı tahrip eden tehlikelere karşı da devletin güçlü, etkin ve hızlı olması gerekir. Tekellerin engellenmesi, dampingin hızlı tespiti ve yasaklanması, bilginin simetrik olmadığı sağlık gibi alanlarda kontrol devletin görevleri arasında ilk sıradadır.

Sonuç, üretimi bizzat yapmaya kalkışmayan bir devlet; buna karşılık hukuk sistemiyle etkin, güçlü ve hızlı bir devlet, ekonomide başarının olmazsa olmaz şartıdır. Daha önce ele aldığımız, Fukuyama’nın “Devletin gücü/ devletin kapsamı” grafiğinde, Türkiye bir an önce kapsamı daha dar, fakat gücü çok daha yüksek noktaya çekilmelidir. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin bulunduğu yere.

“Devlet- ne için?” bölümünden hatırlaycaksınız: Liberal ekonomi teorisyenleri, devletin kapsamının daraltılmasını öne çıkarırken, gücünün de arttırılması gerektiğini bir süre ihmal ettiler. Milton Friedman’ın, “’özelleştirin, özelleştirin, özelleştirin' diyordum. Yanılmışım. Şimdi anlaşılıyor ki kanun hâkimiyeti, özelleştirmeden daha temel bir meseleymiş.” sözleri, bu yanıltıcı ihmalin itirafıdır.

Türkiye nerede?

Türkiye’nin son otuz yılında devletin kapsamı, gerektiği şekilde küçülmüştür. Devletin girmemesi gereken alanlarda hâlâ bazı kalıntılar mevcutsa da meselâ KİT’lerde “daha küçük devlet”in artık birinci meselemiz olmadığını söyleyebiliriz. 

Fakat aynı otuz yılda, devlet daha güçlü ve daha etkin olamamıştır. Şimdi baş meselemiz bu gücün, etkinliğin ve hızın sağlanmasıdır. Daha küçük devlete giderken, daha güçlü devlete ulaşamamak, kanun hâkimiyetinin işlememesine, sahipliğin de piyasanın da tahribine yol açar.

Türkiye’de devletin güçlü, etkin ve hızlı olmadığını neye bakarak söylüyoruz? Şimdi sayacaklarım hastalığın belirtileridir ve “Devlet ne için?” bölümündeki tespitlerin ayrıntılandırılmış hâlidir:

§  Gelişmiş ülkelerde insanlar, kanundan sapanları, “seninle mahkemede görüşürüz” diye uyarır. Türkiye’de “istersen mahkemeye git”, hukuk sisteminin tahammül edilemez derecede yavaş çalışmasının hastalık belirtisidir. İş dünyasının kontrat kadar önemli unsuru “borç senedi” işlemez hale gelmiştir. Karşılıksız çek dolandırıcılık sayıldığından ödenmemesi halinde daha ağır ceza tehtidi bulunduğu için senet yerine kullanılan “vadeli çek”, Türkiye’ye has bir hastalıktır[1].

§  Türk ekonomisinin yarıya yakını “kayıt dışı”dır. Devlet ihtiyacı olan gelire ulaşamadığı için vergi verenleri, zorunlu sigorta ödemelerini yapanları cezalandırır, vermeyenler haksız rekabet gücü kazanır.

§  Kaçakçılık da gümrükte yolsuzluk da yaygındır. Bu da hem millî çıkarların kaybına hem de mevzuata uyanların bozuk piyasada rekabet edememelerine yol açar.

§  Vergilendirme sağlıklı yapılamadığı için devlet, dolaylı vergilere (enerjide, iletişimde, v. s.) ağırlık verir. Bu, üretim maliyetlerini artırır, ülkenin dünyayla rekabet gücünü tahrip eder.

§  Türkiye, uygulanamayan kanunlar diyarıdır. Belki ekonomi anlamında küçük, fakat hastalığın belirtisi olma anlamında örnekler trafik düzenimizde; korsan yayıncılıkta açıkça görülür.

§  Siyasî ve bürokratik gücün desteği ile başarı sağlanması, yani yolsuzlukta, yakın kayırmada Türkiye, uluslar arası ölçme sistemlerinde hâlâ en şaibeli ülkeler arasındaki yerini korumaktadır.

Türkiye’nin yönetimine talip olanlardan, bu gibi problemleri nasıl ve hangi vadede çözeceklerini açıklamalarını istemek, bunları yapıp yapmadıklarını izlemek hakkımız; bu ülkenin sahipleri olarak görevimizdir.

Bu liberalizm mi?

Önce şu gerçeği tekrarlamakta yarar var: Ekonomi, bazı düşünürlerin icat ettikleri ideolojilerle kurulmamıştır. Ekonomi,  ilk insan topluluklarından itibaren ortaya çıkan ilişkilerin ismidir; bu ilişkileri inceleyen bilim dalının da adıdır. Yaygın algılama, bu bağlamda, “kapitalizm” diye bir ideolojinin ortaya çıkıp ekonomiyi kendi öngörülerine göre düzenlediğidir. Bu yanlıştır. Kapitalizm diye bir ideoloji kurulmamıştır. “Kapitalizm”, mevcut ekonomiyi tenkit edenler tarafından yaşanan hale verilen isimdir.  Mevcut halin iyi olmadığını, bunu zorla değiştirmek gerektiğini, daha doğrusu isteseniz de istemeseniz de mevcut hâlin zorla değişeceğini ve “olması gereken” hale dönüşeceğini savunan Marksizm’dir ki Marksizmin ekonomi teorisinin çalışmadığını da kurulan Marksist ekonomiler ölerek göstermişlerdir.

Özetle “kapitalizm” bir ideoloji olarak değil, Marksizmin mevcuda verdiği isim olarak ortaya çıkmıştır. Marksizm veya “bilimsel sosyalizm” ise ideolojidir ve öngördüğü düzeni kendi ideolojisine sadık devrimciler eliyle kurdurmak istemiştir. Kurdurmuş ve başarısız olmuştur[2]

18. asırdan bu yana, olup biteni, gerçeği gözlemlediğimizde ortaya çıkan, bu bölümde anlattıklarımızdır.

Karşı olamayacaklarımız

Milliyetçilik adına “şuna da buna da karşıyız” derken, dikkatli olmak zorundayız.

Özellikle:

  • Sahipliği reddediyor muyuz?
  • Piyasayı reddediyor muyuz?
sorularına olumlu cevap vermediğimizden emin olmalıyız. Çünkü öyle evetler, verimsiz, batmaya mahkûm bir ekonomiye davetiye çıkarmaktır. Her şeyi devletleştirmeyi savunanların tarihî bir tecrübe dayanakları yoktur. Tam tersine tarih, hiçbir devletin memurlar vasıtasıyla kalkındığını göstermiyor. Şunu da, şunu da, öbürünü de devletleştireceğim diyenlerin gönlünde yatan, bu işlemler yapılırken kendilerinin devletin ta kendisi olacağıdır. Tıpkı diktatörlüğü savunanların, kendilerini her zaman diktatör farz etmeleri gibi.

Diğer taraftan bunlara “hayır” derken de diğer uca çekilip, tekellerden mafyacılığa, kendisiyle birlikte ülke ve hatta dünya refahını da sabote eden kontrolsüz risk saldırganlığına açılmadığımızdan da emin olmalıyız. Adam Smith’in piyasa için kullandığı “sihirli el”i gerçekten de sihirli sanmak hatasına da düşmemeliyiz. Dünya ekonomisini sarsan balonlar ve krizler sihirli elin denge bozulduğunda felce uğradığını göstermektedir. 

Bu yazılanlar liberalizm midir? 1970’lere, 1980’lere kadar ortalıkta dolaşan devletçilik iddialarıyla karşılaştırıldığında evet, liberalizmdir; Türkçesiyle, “hürriyetçilik”tir.  Fakat vergisiz, devletsiz, milliyetsiz liberalizm değildir. Adam Smith’in sihirli eli, David Ricardo’nun mukayeseli avantajları gibi sınırlı kanunları Tanrı buyruğu sananlara göre ise liberalizm değildir.

Bu bölümdeki düşüncelere illâ yabancı bir atıf gerekiyorsa, yüzde yüz abone olmadığımız kaydıyla bu fikirlere en yakını, 1950lerdeki “Alman Mucizesi”nin, Wilhelm Röpke’nin Ordoliberalizmidir[3].  Röpke, bir insanî değerler sisteminin kontrolünde olmayan bir liberalizmin saldırgan bir haydutluğa dönüşmesinin önünde hiçbir engel bulunmadığını düşünür ve toplumun mutlaka değerlere, sevgiye dayanan bir mensubiyet şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Bu fikirler, Röpke’den daha yenisi, nörolog Antonio Demasio’nun “Dekart Hatası” kitabındaki bulgularla örtüşüyor[4]. İnsan yalnız aklıyla değil, hisleriyle de insandır. Biri yoksa ikincisi bir şeye yaramamaktadır.

Fakat milliyetçilik, bizim anladığımız kapsamda hürriyetçiliğe taraftardır; çünkü mutlaka ulaşmamız gereken zenginliğin bu yolla sağlandığını hayatın kendisi göstermiştir.  

Nihayet, ABD’de “liberal” dendiğinde anlaşılanla Avrupa’dakinin de farklı olduğuna dikkat etmek zorundayız. ABD liberalleri, kelimenin anlamının tam aksine, daha fazla devlet müdahalesini ve sosyal devleti savunurlar.

Fikirlerimizin bugün kendilerine liberal diyen eski Marksistlerin liberalliği ile de bir ilgisi yoktur. Onlar Marksist iken de Türk Milliyetçiliği’ne karşıydılar, bugün de karşıdırlar. O zaman da “Türkiye Halkları”ndan bahsederlerdi, şimdi de milletsiz bir Türkiye istemektedirler. Siyasî ümmetçilerle işbirliği yapabilmeleri, her ikisinin de emperyalist telkinler yönünde milliyetsiz bir Türkiye hayali beslemelerindendir. Marksist oldukları dönemden en belirgin farkları, o tarihlerde daha çok SSCB’ye sempati duyarlarken, bugün AB ve ABD taraftarı olmalarıdır. Bu sayılanların her birinin Türkiye’de en sevimsiz buldukları düşüncenin, kendi çıkarlarına en ters gördükleri düşüncenin Türk Milliyetçiliği olduğu muhakkaktır.

*  *  *

Milliyetçilik hürriyetçidir, çünkü milletin güçlenmesinin yolu bundan geçiyor. Bu sonucu bize bilim, yani yaşananların gözlenmesi gösteriyor. Yarın gerçekler, farklı bir modelin daha geniş refaha, daha güçlü bir ekonomiye ve daha mutlu bir topluma götürdüğünü ispatlar hâle gelirse ona döneriz. Fakat gerçekler buna pek ihtimal verdirmiyor. Ne zamandan beri? Bir epeydir. 

Rahmetli Yılmaz Öztuna’dan dinlediğim bir hatırayla bu bölümü bitireyim: Sene 1952. Yer, İstanbul’da rahmetli İsmail Hami Danişmend’in evi. Hazır bulunanlar: İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız ve iki genç, Yılmaz Öztuna ile Sait Bilgiç. Danişmend ve Atsız, liberal ekonominin, İngiltere’yi nasıl dünyanın bir numaralı devleti yaptığını anlatıyorlar ve bizim de bunu yapmamız gerektiği konusunda fikir birliğine varıyorlar. Öztuna, genç dinleyicilerin bu fikir alışverişini ve mutabakatı biraz hayretle izlediklerini naklederdi[5].

Bu bölümde yeterince ekonomik liberalizmin savunması yaptığımı sanıyorum. Ekonomide liberalizmin hadlerinden, yani artık geçerli olmadığı şartlardan da bahsettim. Bu sınırlar konusunda daha iyi bir fikir edinmek için Ha-Joon Chang’ın “Merdiveni tekmelemek (Kicking away the ladder)”, “Kötü Samaritanlar (The bad Samaritans)” ve “Kapitalizm hakkında size söylemedikleri 23 şey (23 Things they don’t tell you about capitalism)” kitaplarını tavsiye ederim. Chang bol bulunan sosyalizm propogandistlerinden değildir. Ciddî bir iktisatçıdır ve kendi ülkesi olan Güney Kore’yi tam da kalkınma çağında yakından izleyebilmiş olması ona bilimsel ve entelektüel bir avantaj sağlamaktadır[6].





[1] İthal edilen muhasebe programlarının çoğu, çek hesaplarında çekin yazıldığı tarihin geleceğe ait olmasını kabul etmediği için, bu programların “Türkiye’ye uyarlanması” gerekmektedir.
[2] Ancak, önce, bütün Marksist rejimlerin acımasız totaliterliğ karşısında bazı düşünürler kendilerine yöneltilen “Kapitalist” ithamını kabul eder, müdafaa eder hale geldiler. Marksizmin dünya çapında yenilgisi belirginleşince de Kapitalist ve Liberal etiketleri iftihar vesilesi hâline geldi.
[3] “Alman Mucizesi”, Konrad Adenauer’in liderliğinde o zamanki Batı Almanya’nın ekonomik başarısına verilen addır. Adenauer’in ekonomi politikasının ORDO dergisi etrafında toplanan iktisatçıların düşüncelerini yansıttığı söylenir. Bunlardan Wilhelm Röpke, Nazi döneminde Almanya’dan Türkiye’ye göçmüş ve bir süre İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Röpke, fikirlerini “üçünü yol” diye de isimlendirmiştir. Buna rağmen Viyana İktisat Ekolü, onu kendinden sayar. İllâ “üçüncü yol” etiketine ihtiyacımız varsa, en tutarlı üçüncü yol, Röpke’ninki gibi görünüyor. Daha fazla bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Wilhelm_R%C3%B6pke 
[4]Türk’üm Özür Dilerim”, İskender Öksüz, Bilge Kültür Sanat, 2013, s. 111.
[5] Tahsin Yılmaz Öztuna, özel sohbet. Danişmend, Atsız sohbetindeki fikirlere bu sohbetten kısa zaman önce İstanbul Üniversitesi’nde bulunan Röpke’nin etkisi olup olmadığ, sorulabilirilgi çekici bir araştırma konusu olabilir. (Bir önceki dip nota bakınız.)
[6] Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü (Kicking Away the Ladder), İletişim Yayınları 2003; Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey, Say Yayınları 2012, Sanayileşmenin Gizli Tarihi (Bad Samaritans), Epos Yayınları 2012.

Salı, Temmuz 22, 2008

Türkiye’de dincilik ve laikçilik
Veya Maraşlı İmam neyle iştigal ederdi?

“Dincilik” kelimesini, dindarlıktan ayrı, hattâ zaman zaman dine zıt bir istismar ve skolastisizm anlamında kullanıyorum.

“Laikçilik” de benzer şekilde, laiklikten ayrı ve zaman zaman laikliği ihlal eden bir başka skolastisizm...

Dindarlığı ve dini, dincilikten; bilim metodunu ve laikliği laikçilikten tenzih ederim. Tıpkı Atatürk’ü Atatürkçülük’ten tenzih ettiğim gibi.
* * *
Önce dincilikle laikçilik arasındaki kavganın sürüp gittiği oyun alanına bir bakalım. Su üstündeki mücadelede karşılıklı cehalet hemen ön plana çıkıyor. Bunun en güzel örneği, bir millî kahramanımızla, Maraşlı sütçü İmam’la ilgili.

Maraşlı sütçü İmam. Doğru ifade bu, “sütçü imam” değil. İmam Maraşlı’dır, meslek olarak sütçülüğü seçmiştir ve anne- babası ona doğduğunda, o yöremizde hâlâ sık konan İmam adını vermiştir. Tıpkı Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma v. s. gibi bir isim: İmam. Müstevliye baş kaldıran Türk milletinin aziz şehitlerinden biridir İmam.

Dinciler, “İşte, Millî Mücadele’yi bir imam başlattı... Görüyor musunuz ey laikçiler!” der.

Laikçiler de “Millî Mücadele’yi nasıl bir imamın başlattığı iddia edilebilir!” diye feveran ederler.

İfadelerdeki tarihî hatalar bir yana, dikkatinizi çekmek istediğim nokta her ikisinin de İmam’ı, imam sanmasıdır ve bu hata belki kırk yıldır düzeltilmeden günümüze gelmiştir1.
* * *
Devlet idaresinden coğrafyaya, tıptan ekonomiye kadar dünyayla ilgili problemlerin çözümünde insanlar bir birine zıt iki metottan birini seçmiştir:


  1. Skolastik metot: Bu problemleri çözmek için ihtiyacımız olan bütün bilgiler zaten bize verilmişir. Bu bilgiler ya aklımıza ezelden kodlanmıştır, yahut kutsal kitapta veya din büyüklerinin sözlerinde ve davranışlarında, veya Marks, Engels ve Lenin’in eserlerinde veya Mao’nun Kızıl Kitabında veya Atatürk’ün söylev, demeç, hal ve hareketinde gizlidir. Yapmamız gereken bu gizli bilgileri mantığımızla aşikar hale getirmektir. Aksi davranış bid’attır, revizyonizmdir, karşı devrimdir, küfürdür.

  2. Bilim metodu: Bu bilgileri ancak gayretle, olayları, eşyayı ön yargısız incelemekle elde edebiliriz. Eskilerin söyledikleri karinedir. Onları bilmeden bu yola çıkamayız, aksi her seferinde sıfırdan başlamak olurdu. Fakat o eski bilgilerin her zaman yanlışlanabileceğini akıldan çıkarmamalı, hattâ devamlı yanlışlamaya çalışmalıyız. Çözümlere ancak gözleyerek, deneyerek, eleyerek ulaşabiliriz.

Burada büyükçe bir “Dikkat!” demek isterim. Bu iki yol problem çözmek için seçilen metotların tanımlamasıdır.

Metotların, yani aletlerin.

Burada oyumu tereddütsüz “2” numaraya, yani bilim metoduna veriyorum. Fakat bilim, hangi problemi, kimin için çözeceğimizi belirlemez. Yani değerlerimizle ilgisi yoktur, değerlerimizin kaynağı değildir. Şerif Mardin Hoca’nın ifadesiyle, “iyi, doğru ve güzel”i bilim tayin etmez. İyi doğru ve güzeli biz başka kaynaklardan elde eder, fakat bu elde edişten sonra, ona ulaşmak için mutlaka ve mutlaka bilim metodunu kullanırız.

Değerlerimizin kaynağı kültürümüz, tarih şuurumuz, dindarsanız dinimiz, ve nihayet, ister dindar olun ister olmayın, insanî değerlerimizdir. İslâm medeniyetinin yükseliş çağlarında hâkim zihniyet de budur. Metotta (2)’den (1)’e geçiş, İslâm medeniyetinin çöküşünü işaretler. Avrupa’da da (1)’den (2)’ye geçiş, Avrupa Orta Çağı’nın sonunun ve Batı’nın yükselişinin başlangıcıdır.

Eğer bir “dinci” tehlike varsa, ki gerek yakın dünya tarihi, gerekse Türkiye’de olup bitenler böyle bir açık ve yakın tehlikenin varlığını gösteriyor, doğru savunma (1) ve (2) tarzlarını tartışmaktır. Skolastisizm ile bilimi tartışmaktır. O zaman layikliğin de, Müslümanlığın da, Atatürk’ün de bilim metodundan yana olduğu görülecektir.

* * *
Şimdi dinin üç cephesine dönelim: Millî kültürün bileşeni olarak din; kişinin aşkın inançlarının ve dünyaya bakışının kaynağı olarak din; ve nihayet ekonomi yönetiminden devlet idaresine, nasıl harb edileceğinden hastalıkların nasıl tedavi edileceğine kadar kaynak olduğu iddia edilen sözde din.

Laiklik ve sekülerizm, sadece bu üçüncüyü tashih için, skolastik hatayı engellemek için ortaya çıkmıştır. Yoksa laikliğin millî kültürün din bileşenine veya kişilerin inançlarına yönelmesi söz konusu olmamalıdır. Olamaz.

Gel gör ki skolastik yaklaşım toptancıdır. Totaliterdir. İster komünist ister siyasî ümmetçi olsun, insanların bütün faaliyetlerini ve düşüncelerini kontrol altına almak ister. Bu tahakkümü sağlamak için de— ister parti deyin ister kilise—kontrol etme saplantısında yandaşlarından bir polis denetimi ve zorlama mekanizması kurmaya kalkar. Çünkü o, mutlak doğruyu bulmuştur. Onun doğrusunun münakaşası yapılamaz. Tartışan veya şüphe eden kâfirdir. Altın çağdaki büyük adamların düşünceleri ve o düşüncelerin yorumlarının, şerhlerinin üstüne bir yenilik getirmek küfürdür. “Bid’at”tır. İslamiyet’e skolastik karanlığı çökmeden “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası”, “Dünküler dünde kaldı cancağazım/ Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”anlayışı, çöküş devrinde yerini, yenilik = bid’at = küfür anlayışına bıraktı. İkbal ve Akif’in, “asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” feryadı da bu anlayışı değiştiremedi.

Dünyayı aydınlatan İslam medeniyetinin, Avrupa’yı aydınlattıktan sonra onun karanlığını âdetâ devralması, mutlaka iyi anlaşılmalı, incelenmelidir.

* * *
Gerçek şu ki, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken skolastik düşünce tarzı bizim insanlarımızın kafalarında da büyük çapta hâkimiyetini sürdürüyordu. Gerçi biz, İslâmiyet içinde ve onun da ötesinde bütün Asya’da bağımsızlığını koruyabilmiş, emperyalizme vücudunun büyük parçalarını kaptırmakla birlikte hayatiyetini muhafaza edebilmiş tek devlettik. Bu enerji, bu millî canlılık 20. asrın, başı dik, hür Türkiye’sini yarattı. Fakat 29 Ekim’i 30 Ekim’e bağlayan gece ülkedeki bütün skolastik kafalar birkaç saat içinde birden bire sağlıklı düşünmeye başlamadı.

Devlet idaresi ve dünya işlerinde bütün kadrolarımız, yanılmaz otoriteyi taklit ve şerh yerine özgün düşünceye, tarafsız gözlem ve tecrübeye geçmedi. Devletin ilkelerinde millîye ve bilime yönelişten hoşlanmayanlar yer altında eski skolastik yollarına devam ettiler. Fakat asıl çelişki, yenileşme hareketinin içindeki skolastik unsurlardır. Onlar, orjinal düşünce, bilim metodu yerine eski alışkanlıkları aynen sürdürdüler. Skolastiğin temeli taklit, şerh ve otokrasidir. Onlar, sadece taklit ve şerhin kaynağını değiştirdiler. Duvarlardan hadis ve hilyeleri indirip yerine vecize ve fotoğraf astılar. Mevzu hadislere paralel mevzu vecizeler bile uyduruldu. Taklit edilecek kaynak olarak da Avrupa’yı seçtiler.

Atatürk ile Atatürkçüler arasında hep şu diyaloğu hayal etmişimdir:

Atatürk: En hakikî mürşid ilimdir, fendir.

Atatürkçü: Estafurullah efendim. Siz varken ilmin, fennin lafı mı olur?

Dinciler ve laikçiler, bir birinin anti tezi deği, birbirinin simetriğidir.

* * *
Bu kör döğüşünde hem din hem de laiklik kayıptadır. Her iki kayıp da millî kaybımızdır. Türkiye’nin kaybıdır.

Laikçilik dincilikle mücadele ediyorum diye millî kültürdeki din bileşenine, kişinin inançlarına da cephe alıyor. Avrupa’da futbolcular takım halinde haç çıkarırkeni laiklik tehlikeye düşmemekte fakat Hakan Şükür’ün “kutlu doğum haftasında galip gelelim” dileği veya birisinin Cuma namazına gitmesi, bir cenazede ellerin açılarak dua edilmesi laikliği tehlikeye atmaktadır!. Cumhuriyet bayramında Kızılay meydanında Viyana valsi ise laiktir!

Bu kadar geniş bir cepheye yapılan saldırının başarıyla sonuçlanması mümkün değildir ve bu vahim hatalar, milet devletini yok etmeğe yönelen dinci tehdidin kâr hanesine yazılır. Daha önce de yazdığım gibi laikçiliğin verdiği mesaj, “Ben bu milleti çok seviyorum ama tarihi, kültürü, dili ve dini değiştirilmeli”dir ki dünya üzerinde hiç bir millet buna evet diyemez.

Dinci cephe, din adına millî devleti hedef almaktadır. Bazı Batılı merkezlerle birlikte hedef seçilen “Kemalizm” düpe düz Türk Milliyetçiliği’dir ve Türk Milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı temeldir. Dinci cephenin Atatürk karşıtlığı aslında Türk karşıtlığıdır; devletimizin meşruiyet kaynağına, kuruluş felsefesine karşıtlıktır. Fakat laikçi tarafın ilkel, toptancı, gözü kara hareketleri bu tehdidi maskelemektedir. Laikçilik savunuluyor diye Türk milletinin kültüründeki din bileşenine, insanların aşkın inançlarına saldırmak, mağlubiyete mahkûm olmaktır. Bunu ne Stalin ne Mao başarabildi. Ders alınırsa tarih tekerrür etmez.

Türk millet devletine yönelen tehdide karşı halkın uyandırılması isteniyorsa millî değerlere dayanmak zorundayız. Daha önceki milliyet düşmanlarının asıl yenilgisi, Türk devletinin başbakanının Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin “yardımcısı” olması ile başladı. Türk milleti dinine bağlıdır. Fakat milliyetine de sonuna kadar bağlıdır. Bu iki bağ, zaafımız değil, gücümüzdür. Ulusalcılar, “milliyet” utangaçlıklarını bir yana bırakıp, dünya görüşlerini başka milletlere aleyhtar olmak yerine Türk milletini sevmeye dayandırmak zorundadırlar.

Kör döğüşü toplumun bir kısmını millet sevgisinden uzaklaştırırken, bir kısmını da Müslümanlık’tan uzaklaştırıyor. Sofu imamın dinden çıkarması misali... Burada bilhassa İlahiyat Fakülteleri ve kardeş dallardaki akademisyenlerimize ve gönül adamlarına sorumluluk düşer. İslamiyet’in hakkıyla değerlendirilebileceği ortam, belki de bunun yapılabileceği tek ortam Türkiye’dir. Sulandırılmış İslâmiyet’ten, ılımlı Müslümanlık’tan değil, Müslümanlığın “ana temaları”nın, insanlara sunduğu hürriyetin, yaşama sevincinin, iç huzurunun ve yaratıclığın yeniden doğuşundan bahsediyorum. Yalnız dindarlara, yalnız müslümanlara değil fakat diğer dinlerin mensuplarına, hatta dinsizlere de ışınlarını gönderecek bir aydınlanma cehdinden bahsediyorum. Tıpkı Yunuslar’ın Mevlanlar’ın çağındaki gibi. Endülüs’ün parlak dönemindeki gibi. Fakat ne yazık ki, bu bilim ve gönül adamları, bir taraftan dincilerin, diğer taraftan laikçilerin tasalludu karşısında, pek azı hariç, sessiz kalmakta veya kaçamak, politik cümleciklerle yetinmektedirler.

Sunulan yeniden inşa fırsatına sırt çevirmek kolay affedilmeyecektir.
__________________________________________
[1] Rahmetli Galip Erdem ağabeyimin kulaklarını çınlatmak isterim. Sütçü İmam ne zaman buradaki gibi istimar edilse acı acı gülerek gerçeği o anda etrafında bulunanlara anlatırdı.

Pazar, Temmuz 06, 2008

Dinin üç cephesi

Obama’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında söylediği, “Biz Hıristiyan bir millet değiliz” sözüne hemen tepki geldi. Bush’un siyasî danışmanı Karl Rove, “Türkiye ile Amerika’yı denk tutarak bu milletin realitesini inkar ediyor... Türkiye, kamusal alanda dinin rolüne karşı belirli bir tavır benimseyen bir ülke. Amerika’nın tavrı farklı. Biliyorsunuz, bizim tarihimizde dinin kamusal alanda kuvvetli bir varlığı oldu. Bu gerçeği inkâr etmek bence çok tuhaf.” dedi. Kafanız karıştı mı? Biz Batı gibi olmayacak mıydık? Batı dinci de biz mi laikiz?

Yurt dışında öğrenciliğim sırasında Yahudi üstünlüğünü savunan, her gün bunu ispat için bir örnek bulup anlatan bir arkadaşım vardı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Gelb’di... Teorik Kimya’cıydı ve üstünlük iddialarının merkezinde teorik fizik ve kimya vardı tabiatıyla. Eh bu alanlarda da Gelb’e misal olacak bol malzeme bulmak mümkündü. Gelb’in üstünlük inancı Hıristiyan, Müslüman ve diğer Yahudi öğrenciler tarafından biraz alayla karşılanırdı. Kendisi de kendisiyle alay ettiği için son analizde eğlenceli bir lâtife sürüp giderdi. 

Bir gün ben de Gelb’le biraz didişeyim istedim ve ‘bana bak’ dedim, “Yahudi aşağı, Yahudi yukarı ama bulduğunda domuz etini de götürüyorsun. Şabbat, falan hak getire. Bu ne perhiz bu ne lâhana turşusu?” (Tam böyle söylememişimdir her halde!) Gelb’in cevabı, her zamanki şakacılığından uzaktı ve bir içe bakışı yansıtıyordu: “Ben”, dedi “dinen pek iyi bir Yahudi değilim. Ama kültür olarak Yahudiyim.” 

Kültürün bir parçası olarak din, inanç olarak din ve - iddiaya göre- devlet tarzı ve hukukun kaynağı olarak din... Ülkemizde laiklik- dincilik tartışmalarının zirveye tırmandığı günümüzde taraflar dünyayı pek basit görüyor. Dindarlık arttıkça laiklik gerilemekte veya laiklik yerleştikçe din mevzi kaybetmekte... Gerçekten böyle mi? Laik devlet vatandaşlarına, “çok dindarlık iyi değil, daha az dindar olun” tavsiyesinde mi bulunmalı? Gelb tek örnek değil. İlber Ortaylı, üç nesildir vaftiz olmamış, fakat Hıristiyan kültürünün tam da ortasında yer alan insanların arttığını yazıyor. Kötü şöhretli Huntington’ın ‘medeniyetler’ tasnifine bir göz atın: 1) Protestan-Katolik, 2) Ortodoks, 3) Müslüman... diye gider. ‘Dinler’ değil, medeniyetler, yani Anglo-Sakson sosyoloji anlayışına göre kültürler tasnifi diyor. 

Kültürel olarak dindar! 

Din, hiç şüphesiz, kültürün önemli bileşenlerinden biridir. Onu dil ve tarih şuurundan hemen sonraya yerleştirebiliriz. Bugün Türk halkında genel olarak kültürün gerilediği doğrudur ama bu gerilemiş kültürde bile dinin musikiyi, mimariyi, dili, genel tavır ve hareketimizi ne kadar etkilediğini görebiliriz. Cami kubbeleri hâlâ çoktan bire doğru yükselir... Klasik musikimizin önemli, belki de en önemli bölümü tekke ve bilhassa Mevlevî bestekârların ürünüdür. Klasik edebiyatımız da öyle. Bugün bile turist ağırlamağa kalktığımızda ilk aklımıza gelen, döner kebaptan hemen sonra, “dönen dervişler”dir. Biraz daha derinleşirsek Yunus’u, Hacı Bektaş’ı, Hacı Bayram’ı masaya getiririz. 

Askerlerimiz hâlâ “Allah Allah!” diye taarruza kalkar. (Piyade nizamnamesinde böyle yazılıdır.) Belki bilerek belki bilmeyerek, her “hayırlı işler” dilediğimizde, her “maşallah” ve “inşallah”ımızda, minimal de olsa dinimiz vardır. Bugün, bu “bilerek ve bilmeyerek”in “bilmeyerek” bileşeni baskındır. Fakat bu şuur kaybı yeni değildir. Yahya Kemal, geçen asrın başındaki sanatımızı, “naaş” (ceset) olarak nitelendirir:

“Bu naaş yeni edebiyat devrinden evvel bir vücuttu, o vücudun bir ruhu vardı, o ruh bütün bir cemiyetti. İki şair bu cemiyetin ruhunu biri saraylarda inşadla, biri kahve köşelerinde sazla tekrar o cemiyete terennüm ediyordu... Söyleyenlerle dinleyenler bir nevidendiler. Şair bütün öteki sanatlara bağlıydı. Divanını yazıp bitirdikten sonra hattata veriyordu, hattat o divandan ta’lîk hattın son kıvraklığıyle bir sanat eseri daha yaratıyordu, mücellid deriden, sahtiyandan temasın bir hazzına daha misal gösteriyordu, müzehhib, gözleri arapkârî çizginin oyunlarıyle, zevkiyle bir daha kamaştırıyordu. Şairin divanındaki şarkıları bestekâr birer makamdan besteliyor, Boğaziçi yalılarını, Rumeli ve Anadolu’nun konaklarını neş’eden, hüzünden mestediyordu; gazellerini hanende Kâğıthane’nin ve Osmanlı ülkesinin Budin’den Mısır’a kadar, semasına yükseltiyordu; naatlerini naathan mevlidlerde okurken, bütün bir ümmet zevkinden: ‘Allah!’ ve ‘Yâ Muhammed!’ nidasıyle kubbeleri inletiyordu. Şaire, mimar, camilerinin, mescidlerinin, saraylarının, hanlarının, medreselerinin, çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer ayırıyordu. Taşçı kitabe taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkâk oyuyordu...”. 

İlber Ortaylı, sanatın ötesinde, dünya görüşü ve felsefesiyle “Müslüman adam” tipini inceliyor ve bu “tip”in İslamiyet dünyasının tümünde daha eskilerde, Ortaçağ’dan sonra zayıfladığı ve nihayet çözüldüğü değerlendirmesini yapıyor. Buna karşılık ateistinden komünistine kadar “Hıristiyan adam”, “Yahudi adam” tipleri yaşamağa devam etmektedir. Yine pek farkında olmadığımız bir gerçek, son asırlarda, kültürdeki Müslümanlık adına ne varsa hemen tamamının veya en önemli bölümünün bize ait olduğudur. Bizde dinciler de, kategorik olarak dine muhalefet edenler de bunun farkında değildir. Duymağa alıştığımız ezanlar bize aittir. Hatta birçoğu Itrî’nin bestesidir. Taklitleri çoktur ama mevlid bize aittir. Kandiller bize aittir ve o hiç hoşlanmadığımız tarikatlar büyük çapta bize aittir. Bunların hemen tamamı, İran ve Arabistan gibi ülkelerde yasaktır. 

Dinin kültüre bu güçlü etkisi sürerken ortaya çıkan şaşırtıcı bir özellik de bu etkinin katiyen dindarlarla, hattâ o dinin mensuplarıyla sınırlanmamasıdır. Gelb’i tanıdığım yıllarda, aynı ülkede, beni “Akşam şerifleri hayırlar olsun efendim” diye karşılayan Rum tütüncü de aynı kültür çemberinden sesleniyordu. Ortaylı’nın belirttiği gibi, dindarından, ateistinden komünistine kadar bütün bir Hıristiyan alemi bilerek veya bilmeyerek- ama çoğunlukla bilerek- Hıristiyan kültür çemberinde yaşadığı gibi, bizim insanımız, hattâ diaspora Rum ve Ermenimiz de bilerek veya bilmeyerek-maalesef çoğunlukla bilmeyerek- Müslüman kültür çemberinde, daha doğrusu Osmanlı-Türk kültür çemberindedir. 

Millî bileşenlerimiz 

Millî kültürün bileşeni yönüyle dinin, hele bu kadar inançlar veya inançsızlıklar üstü iken, laik, demokratik millî devleti tehdit edebileceği düşünülemez. Tam tersine, bu dayanağı zayıflayan millî yapı dış kültür taarruzlarına karşı savunmasız hale gelir.

Yaratan, yaratılan, ölümden sonrası... Yalnız mıyız? Bizi bir koruyan, gözleyen var mı? Yasaklasanız da mecbur tutsanız da insanlar bu soruları sorarlar. Şöyle veya böyle cevaplar verirler. Anlaşılıyor ki insan ortaya çıkalı beri bu böyledir. 

Yine anlaşılıyor ki bu sorulara en kapsamlı ve tatmin edici cevaplar dinden gelmektedir. Kapsamlı oldukları muhakkak da, doğru cevaplar mı? İşte burada inanmak veya inanmamak devreye giriyor. Bu tek tek insanları ilgilendirir. Devletleri değil. Ferdin inancını terk etmesi için müdahale eden devletler de oldu. Fakat bunlar, kendileri, komünizm gibi başka bir dinin hâkimiyetindeki devletlerdi. Onların hedefi insanları dinden vazgeçirmek gibi görünse de aslında, bir din yerine bir başkasını ikame etmeğe çalışıyorlardı. 

Resmen ateistiz ama...

Tarih boyunca dine ve Tanrı veya Tanrılara inananların bütün toplumlarda hep çoğunlukta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 1969 yılında, mihmandarımız Polonyalı genç kıza, ülkenin dini yapısını sorduğumda aldığım cevap hoştu: ‘Resmen ‘ateist’iz ama çoğunluk Katoliktir.’ Şimdi Rusya’da bile resmî merasimleri kara cüppeli, uzun sakallı Ortodoks papazlar takdis ettiğine göre resmî ile gayrı-resmî artık aynıdır.

Fertlerin dinlerine bağlı olmasının devlete ve millete getirdiği bir yük yoktur. Tersine, istikrar ve güvenlik için din, artı puandır. Milletin zor günlerinde dinî inancın desteği açıktır. Çanakkale’den Millî Mücadele’ye yakın tarihimiz bunun kanıtıdır. Barış zamanında da Tanrı ile diyalogunu her an sürdüren, bütün dinlerin temelini oluşturan ahlâk, vicdan, dürüstlük ve dürüstlüğün toplumda hâkim kıldığı güvenin kalkınmanın da etkili bir bileşeni olduğuna dair sosyolojik delillere sahibiz. 

Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya

Buna karşılık son asır gösteriyor ki, devletin tek tek insanların dinine müdahale ettiği noktada ciddî problemler çıkmakta ve sonunda devlet savaşı kaybetmektedir. Polonya’daki ‘resmen ateist’ düzenin yıkılmasında Polonya asıllı Papa John-Paul’ün sadece varlığı bile dengeyi, düzene baş kaldıran ‘Dayanışma’ sendikası lehine değiştiren ağırlıktı. Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’nde fertlerin dinî inançları veya inançsızlıkları da devleti tehdit eden veya devletin yönlendireceği bir husus olmamalıdır. 

Doğru bilinen yanlışlar

1.      Müslüman devletler, şeriat denilen, belli, tek tip bir hukukla yönetilir. Başlangıçtan bu güne Müslüman ülkelerde devlet bu esasa göre yapılanıp yönetilmiştir. 

2.      Osmanlı da bu hukukla yönetilen teokratik bir devletti. 

3.      Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve yasaları şeriata ve İslâmiyet’e aykırıdır. 

4.      Avrupa’da dinin karanlığı, daha az dindar, hattâ laik olan Protestan hareketle yıkılmıştır. Dinde reform yapılmıştır. 

5.      Batı laikliği iyice sindirmiştir ve bu yüzden orada dinin devlete etki yapması tehlikesi kalmamıştır. 

Bu maddeler, maalesef Türkiye’de kamuoyuna hâkim yanlışlıkların kısmî listesidir. Belki “yanlışlık” yerine “baş aşağılıkların” demek daha doğrudur. Çünkü bu hükümlerin her birinin hemen hemen tam zıddı doğrudur: 

Şeriat, İslâm hukuk usulüdür ve içinde gerek İslâmiyetin yayıldığı coğrafyaların, gerekse Roma Hukuku’nun önemli katkılarını taşır. İslâm Hukuku da tarih içinde Avrupa Hukuku’nu etkilemiştir. Hıristiyanlık siyasî iktidardan uzak, hattâ siyasî iktidarın (Roma’nın) yasakladığı bir akımdı. Bu yüzden “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” demek zorundaydı. Fakat iki gelişme ve Avrupa’nın siyasî yapısı din- devlet ilişkisini tersine çevirdi. Önce Roma Hıristiyan oldu. Hıristiyanlık devlet dini haline geldi. Sonra merkezî devlet çözüldü. Merkez, Konstantin’le İstanbul’a taşındı. Batı Avrupa’da beş yüz civarında atomik siyasî merkez ve Roma’daki Papa kaldı. Bu güç dengesi içinde dinî otorite öne çıktı; krallara taç giydirir, sınırlara müdahale eder, ağırlığını koyduğunda ses getirir bir konuma geldi. Adeta, Avrupa denilen un-ufak konfederasyonun yeni, fakat bu sefer dinî Roma’sı rolünü oynadı. Din devletçikleri doğrudan yönetmese de, son derece etkiliydi ve söylemde meşruiyetin kaynağıydı. Çoğu zaman gerçekte de öyleydi. Çünkü Avrupa denilen güçler dengesinde Papa’ya muhalefet edip egemenliği sürdürmek zordu.

İslâm, doğduğu günden itibaren siyasî iktidarın da sahibiydi ve her zaman devlet, dinin yapılanması ve teşkilâtlanması üzerinde son sözü söyledi. İslâmiyet’te bırakın dinin devleti yönetmesini, her zaman devlet dini yönetmiştir.

Fazlul Rahman, sık sık, “Kuran bir hukuk kitabı değildir.” hükmünü tekrarlar. Bu Kuran’ın eksik bir hukuk kitabı olduğu anlamında değildir. Kuran, hiç bir zaman bir hukuk kitabı olmak iddiasında değildir. Tıpkı bir tabiat bilimleri kitabı olmak iddiasında olmadığı gibi. Şeriat din değildir; din de şeriat değildir.

Tabiatı keşfetme de, hukukunu kurup düzenleme de insanın görev ve sorumluluğundadır. Çünkü ona akıl verilmiştir. Bunları insan, hak, adalet, vicdan ve insanî değerlere göre kendisi kuracaktır. Her bir İslâm ülkesinin hukuku ve hukuk uygulaması günün şartlarına göre farklıdır. Unutmayalım ki, bir İslâm iktidarını bir diğeri devirirken her ikisi de “şeriata” göre hareket etmekteydi. Biz Uzun Hasan’ın da, Mısır Memluklerinin de (resmi adıyla Türkiye Devleti’nin) üzerine fetva alarak yürüdük. Onlar da gayet şerî fetvalarla bizimle harp etti. Şerif Hüseyin ve İbn Suud, şeriat icabı bize saldırdı. Biz, hem de Halife ve Şeyhülislâm’ın direktifiyle ve şeriat icabı onlara direndik.

Ve İngilizler kazandı... 

Netameli konular 

Bugün modern dünya hukuku ile “İslam hukuku” arasındaki en çarpıcı farklılıklar diye gösterilen, “recm” (zina yapan kadının taşlanarak öldürülmesi- İran’dan sık sık bunun haberleri geliyor) ve “çok eşlilik” gerçeği ortaya çıkarmak için acı misallerdir. Recm, Kuran’da yoktur; Ahd-ı Atik’te vardır. Kitabı Mukaddes’i kabullenen dünya recmi yasaklamışken “İslam Hukuku” bunu nasıl devam ettirebilir? Bir erkeğin evlenebileceği kadın sayısını sınırlandıran ve tek eşliliği kuvvetle tavsiye eden ilk ve tek din İslâmiyet’tir. Eski Ahid’de (Tevrat) Yeni Ahid’de (İncil) de çok eşlilik olağandır. Hatta yüzlerce eşi ve bunlara ilaveten yüzlerce cariyesi olan mukaddes kitap kahramanları da vardır.

Özetle, İslâm Hukuku ile Batı Hukuku’nu değil de İslam ülkelerinin şu andaki hukuku ile Batı ülkelerinin şu andaki hukukunu karşılaştırılırsa, birincide asırlar boyu donmuş, toplumun ve çağın gereklerine uyum sağlayamamış bir ‘hukuksuzluk’ görüyoruz. Farklı bir “hukuk anlayışı” değil. İsterseniz buna, “içtihat kapısının kapanması” deyiniz. 

 Osmanlı Devleti de hiç bir zaman “teokratik” bir devlet değildir. Zaten devlette “kanun”, dünyevi hukukun ismi olarak kullanılmıştır. “Milletler”in, yani dinî cemaatlerin farklı hukukları vardır ve bu hukuk ancak sulh mahkemeleri düzeyinde cemaatlerin “şeriatlerini” yansıtır. Padişahların adıyla anılan kanunnameleri hatıra getiriniz.

Ancak Osmanlı uygulamalarında, İmparatorluğun yapısı gereği İslâmiyet’i vurgular. Değer olarak ona atıfta bulunur. 

Reformun gerçek amacı 

Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve kanunları İslamiyet’e zıt değildir. Tarih boyunca çeşitli Müslüman devletlerin hukuku ve devlet yapısı bir birinden nasıl farklı idiyse, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve hukuku da onlardan farklıdır. Tarihte bir birinden çok farklı yapı ve kanun sistemleriyle yönetilen Müslüman devletlerde bu farklılığın izahı “ulul emr”, siyasî otoritenin birincilliği, siyasî otoriteye itaat ilkesiyle kabul edilir. Meselâ tek eşliliği öngören Medenî Kanun İslamiyet’e aykırı değildir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi İslâmiyet, çok eşliliği sınırlar ve tek eşliliği kuvvetle tavsiye eder. Buna karşılık “ulul emr”, tek eşliliği emrettiğinde ve ulul emr’e itaat farz olduğuna göre, buna muhalefet nasıl İslâmiyet’le bağdaştırılabilir[1]

Protestanlık dine karşı değil, din için yapılan bir harekettir. Laik değildir. Daha Hristiyan bir devlet düzeni arzusuyla, Papalığın dine hakkıyla uymadığı gerekçesiyle başlatılmış, Katoliklikten daha muhafazakâr bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Reform dinde değil, kilise teşkilatında yapılmıştır. Daha doğrusu, Papalığın Avrupa’daki siyasî hâkimiyetine son vermek için yapılmıştır. Papalığın siyasî ümmetçiliği yerine daha dindar, fakat daha millî devlet yapılarının kapısını açmıştır. 

Batı’da din ve devlet, birbirine bizdekinden daha yakındır. Meselâ İngiltere, Norveç, İsviçre, İzlanda ve Yunanistan devletlerinin resmî dini vardır. Özellikle son on yıllarda ABD’deki dinî söylem etkisini arttırmıştır. Bundan, Batılı siyaset bilimcileri rahatsızdır. ABD Başkanlığını yürüten G. W. Bush’tan iki misal: Başkan’ın 2003 yılı ‘Birliğin Durumu’ konuşmasında 22 dinî atıf yapılmıştır. 2008’de Knesset’te Bush’un yaptığı konuşma, İsraillileri bile şaşırtmıştı:

“Sonra olanlar (İsrail’in bağımsızlık ilânından sonra olanlar) yeni bir ülkenin kurulmasından öteydi. İbrahim, Musa ve Davud’a verilen çok eski bir sözün yerine getirilmesiydi. Eretz Yisrael’in seçilmiş halkına bir vatan... Hükümetlerimiz arasındaki ittifak kırılmaz bir bağdır; fakat dostluğumuzun kaynağı, her hangi bir antlaşmadan daha derinlere uzanır. Halklarımızın ortak ruhuna, Kitab’ın bağına, ruhun bağlantılarına gider.” 

Obama’nın, “Biz Hristiyan bir ülke değiliz” sözlerine Karl Rove’un tepkisi, ABD’nin bu gerçeğinden kaynaklanıyor. Millî kültürün bir parçası olarak din, fertlerin aşkın inançlarının kaynağı olarak din ve devlet siyasetinde din... Bu üç ayrı cephenin farkında olmadan ve sonuncusundaki gerçek dışı, hattâ gerçeği ters yüz eden iddiaları değerlendirmeden tek boyut üzerinde düşünürseniz doğruyu yakalamak imkânsız hâle gelir. 

Bir uçta sözde din, din adına Türk milletinin ve onun millet devletinin temellerine saldırı; diğer uçta “bu milleti çok seviyoruz da dini problem oluyor” diyen ve yenilgiye mahkûm bir sözde laiklik. 




[1] Ulul emr konusunda yazdıklarıma, “iyi de hüküm, ‘sizden olan ulul emre itaat ediniz’ şeklindedir” diye itiraz edilir. Unutmayın ki İslamiyet tarihinde bütün fitnelerde karşı tarafın “bizden olmadığı” iddia edilmiştir. Dini ne olursa olsun “teokratlar” Allah’a dayanarak hüküm verdiklerini, kendilerini tenkit edenlerin de aslında Allah’a karşı geldiklerini iddia ederler. Bu yüzden “İslamcı”larla fikir münakaşasına girmek mümkün değildir. Emevi Halifelerin damgalarında, “Halifetullah”, yani “Allah’ın Vekili” yazardı. Halife’nin Peygamber’in vekili anlamına gelmesi daha sonraki bir gelişmedir. Birincisi gayet tabiî şirktir. Dündar Taşer’in kelimeleriyle: “Teokrasi, yani Allah idaresi başımızın üzerine de vekaletle değil!”

Pazartesi, Mayıs 19, 2008

Niçin geri kaldınız?: Piyasa


Tanrı devlete, yapmaması gerekenlerden geri durması için ihtiyacı olan nefs hâkimiyetini, yapması gerekenleri hızı ve etkin şekilde yapabilme gücünü ve birini diğerinden ayıra edecek aklı ihsan etsin.[1]


Bir malı, veya bir hizmeti kim üretmeli?

Ne kadar üretmeli?

Kaça satmalı?

Bunlar ekonominin temel sorularıdır. Son yıllarda, “bir derste ekonomi”, “bir sayfada ekonomi” anlatmak moda haline gelmişken Milton Friedman’dan, “bir kelimede ekonomi” talep edilmiş. Friedman önce, “piyasa” demiş. Fakat arkadan değiştirme ihtiyacı duymuş: “fiyat”.

İnsanlar, teorik tartışmalardan haberli veya habersiz, bu sorunun cevabını davranışlarıyla verdiler: Piyasa!


* * *

Siyasî otoritenin fikri genellikle farklıydı. Bizim loncalardan, İngiltere’de artık sadece işletmenin eskiliğini vurgulamak için kullanılan “majestelerinin tayini ile viski üreticisi”, “majestelerinin tayini ile salça üreticisi” unvanlarına kadar her üretimin “ruhsat”a bağlanması gayet makul görünüyordu. Fiyatlar da devletin koyacağı “narh” ile belirlenmeliydi.

Aksi keşmekeş değil miydi?

Bu düşünceler kulağa geldiği kadar arkaik değildir. Hemen bütün komünist sistemlerde ve birçok komünist olmayan devlette yirminci asrın sonuna kadar bu anlayış devam etti.

Ülke ekonomisinin geleceğini, yani gelecekte nelerin ne kadar üretileceğini de devlet planlayacaktı. Eğer üretim bütünüyle devlet tarafından yapılacaksa—ki her halde en pratiği budur— mesele yoktu. Devlet kendi planını kendi icra edecekti. Üretim devlet dışında birimler tarafından da yürütülüyorsa, onların devletin gelecek hakkındaki kehanetlerine göre vaziyet almaları iyi olurdu ve gerekliydi.

Bunlar son derece “mantıklı” tutumlardır. Mantığa ne kadar uygunsalar, o derecede de gerçeğe ve dolayısıyla bilime aykırıdırlar. Defalarca belirttiğim gibi, bilimin baş düşmanı akıl dışılık veya mantıksızlık değildir. Bilimin asıl düşmanı, gözlem ve gerçeğe önem vermeyen mantıktır.

Binlerce yıldır fiyatı ve neyin ne kadar üretileceğini arz ve talep tayin etmektedir. Bir mala veya hizmete ihtiyaç varsa ve kanunlar yeterli üretime engelse, kaçakçılık ve yasa dışı üretim artmaktadır. Bir mal veya hizmetin fiyatı narhla, arz talep dengesinin gösterdiği noktanın altında tespit edilirse o mal ortadan kaybolmakta ve karaborsaya düşmektedir. Bir mal veya hizmetin fiyatı piyasanın gerektirdiğinin üstünde tutulmaya çalışılıyorsa kayıt dışılık patlamaktadır. Maktu avukat ücretleri, asgari ücret, Tabip Odası Asgari Ücret Tarifesi bunun ülkemizdeki örnekleridir. Sanıldığının aksine, devlet genellikle fiyatları düşürmek yönünde değil, politik güç veya oy sahibi grupların çıkarları için fiyatları yükseltmek yönünde de narh koymaya çalışır.

Ekonomiye hâkim devlet fikrinin Türkiye’deki son örneği, bizim 2008 tarihini taşıyan Özel Hastaneler mevzuatıdır. Bu yeni kanunumuzla nerede hastane açılacağı, hangi cihazların alınacağı, kaç doktor ve hemşire istihdam edileceği, bu kadrolara kimlerin tayin edileceği Sağlık Bakanlığımızca belirlenecektir. Sayın Bakanlık bu kararları almadan önce Çin Halk Cumhuriyeti yönetimine bir danışsa iyi ederdi. Böyle politikaların çalışmadığını onlar bizimkilere söylerdi.


* * *

Üretimin ve fiyatın devlet kontrolünde olmaması gerektiği anlayışı ilk kez ve sadece o feodal Avrupa’nın otorite yokluğu sırasında doğdu. Çünkü ilk kez orada, bir tarihî kaza sonucu, devlet otoritesinde buna izin verecek boşluk ortaya çıktı. Bir kere yararı görülünce, millî devletler ve imparatorluklar devrinde de sürdürüldü. Dünyanın geri kalanında, hemen her yerde devletçiliğin hâkimiyeti devam etti. Japonya, Tayvan, Hong Kong, Singapur ve Güney Kore hâriç Asya’nın tamamında, Avrupa’nın doğusunda ve Kuzey Amerika hâriç Amerikalarda... Afrika’nın tamamında.

Dikkat edilirse, bu küçük dünya turu, asıl istisnayı teşkil eden gelişmiş ülkelerle, “niçin geri kaldınız?” sorusunun muhatabı çoğunluğu da birbirinden ayırmaktadır.

İngiliz emperyalizminin baskısı altında kalan Japonya ve Hindistan’ın çok farklı kalkınmışlık seviyelerine sahip olmaları da tarihin bir cilvesiyle açıklanabilir: İngilizler Japonya ile temasa geçtiklerinde İngiltere’de Liberal Parti iktidardaydı. Hindistan’a etkileri azamiye çıktığında ise İşçi Partisi. Japonya, İngiltere’nin gücünü liberal söylemde, Hindistan sol söylemde gördü... 19. asrın ikinci, 20. asrın ilk yarısına ait bu iki zıt gözlem, asrın ikinci yarısında birbirine zıt iki ekonomi düzenini ve kalkınma seviyesini belirledi.


* * *

Tabiat alanında, kökü eski Yunan’a dayanan feylesofların mantıklı fakat yanlış hükümlerine karşı bilim devrimi on altıncı asırda başlar. Ekonomide uyanış tabiat bilimlerinden üç asır daha geç ortaya çıktı. Tayin ve narhların dışında hâkim bir gücün bunlar yokmuş gibi hükmünü icra ettiği ilk kez Adam Smith tarafından gözlendi. Adam Smith’in ifadesiyle tek tek insanların kendi çıkarları için verdikleri milyonlarca karar, sonuçta üretim ve ticareti topluma azami faydayı sağlayacak noktada dengeliyordu. Bu mekanizmaya müdahale edilmemeliydi. Sonuçta bize en iyiyi sunan bir “gizli el” vardı.

Adam Smith’in sözleri mantığa değil gözleme dayanıyordu. Gerçekten da mantıklı değildi. Bu mantıksızlık, ABD’yi ziyaret eden bir Sovyet yetkilisinin merakında çok güzel dile getirilmişti.: “New York şehrinin süt dağıtımını kim düzenlemektedir?” O tarihte, bugünkü gibi uzun ömürlü sütler yoktu. Tüketilmeyen süt birkaç gün içinde bozulurdu. Bu durumda, tonlarca ve tonlarca sütün milyonlarca insana tam talep ettikleri ölçüde, ne fazla ne eksik, tam zamanında, tam da o sütü alacakları fiyatla—yine ne eksik ne de fazla— ulaşması değme generallerin planlayıp yürütebilecekleri bir ikmal operasyonu değildi. Cevap, Adam Smith’in gizli elidir... Sovyet bürokratının bunu anlaması, mümkün değildi. Bu anlayış eksikliği, yirminci asrın sonunda Sovyet İmparatorluğu’nun sonunu getirdi.

“Gizli el”, yirminci asırda Ludwig von Mises tarafından daha açık bir tarzda izah edildi. Piyasa dediğimiz mekanizma insanların bir birlerine sürekli bilgi göndermesidir. Alıcılar, satıcılar, üreticiler, tüketiciler, aileler, tüccarlar her gün mesajlaşır. Bu mesajlar, hangi mal ve hizmeti ne kadar tüketecekleri, hangi fiyata razı olacakları üzerinedir ve sözle değil, hareketle, daha doğrusu harcamalarla verilir.

Hangi işletmenin iyi, hangi şirketin kötü çalıştığını da bu mesajlar belirler. İnsanlara yararlı mal ve hizmeti, onların istediği kalitede üretip alacakları fiyatlarla satanlar büyür, zenginleşir ve yaşar. Bunu beceremeyenler iflas eder, yok olur... Canlılar dünyasındaki tabiî seçim, eski deyimimizle “ıstıfa vetiresi” ekonominin dünyasında da sürer gider.

Von Mises’in veciz tespiti: “Piyasa, insanlar tarafından yaratılır, fakat insanlar tarafından kontrol edilemez”. Kontrol edilmezliğin izahı zor değildir. Milyarlarca mesaj bir avuç, hatta yüzlerce, veya binlerce bürokrat tarafından anında değerlendirilip, anında doğru cevaba dönüştürülemez. Milyonlarca insanın çıkarını bir avuç bürokratın onlardan daha iyi bilmesi mümkün değildir.

Ekonomi alanındaki Nobel ödüllerinin önemli bir kısmı son yıllarda ekonomide malumatın (= enformasyonun) rolü, malumattaki simetri bozukluğu (bazı oyuncuların diğerlerinden fazla bilgiye sahip oluşu) ve malumat akışındaki aksaklıkların piyasayı bozması, malumat ve çıkarlarına göre insanların davranışları (oyun teorisi) konusundaki araştırmalara verilmiştir.


* * *

Piyasa kavramını hazmettikten sonra, fakat mutlaka hazmettikten sonra, atılması gereken ikinci adım, piyasanın her zaman mevcut olmayacağını anlamak ve “gizli el”e iman derecesinde güvenmemektir. Gizli el bazen yok olmakta, bazen da felç geçirmektedir.[2] Dengeleri açıklamakta son derece yararlı olan teoriler, dengesizlikler karşısında başarısız kalabiliyor.

Piyasayı bozan baş etkenlerden biri, tekellerdir. Tekel devlette de özel sektörde de olsa tekeldir, piyasa dışındadır ve piyasayı tahrip eder. Bir başkası, devletin müdahalelerinin üreticiler, tüketiciler ve bütün ekonomik birimlere gelen malumatı çarpıtmasıdır Talep edilmeyen mal veya hizmete talep bulunduğu veya denge fiyatının üstünde veya altında fiyat sinyalleri verilmesidir. Ülkemize ve bugüne ait yukarıda saydığımız örneklerin her biri bu yanlış sinyalleri içinde taşır. Devlet ihalelerinde “ihaleye fesat karıştırılması”, bazı alanların sınırlanıp rant değeri kazandırılması ve özel düşüncelerle üleştirilmesi hep piyasa sinyallerini bozan unsurlardır. Nihayet, devletin “iktisadi teşebbüsler”i ıstıfa vetiresine tabi olmazlar. Çoktan ölmeleri gerekenler, toplumdan kan alarak hortlak hayatlarını sürdürürler. Arzla talep arasında büyük bilgi farkı bulunan ve güvene dayanan tıp, bankacılık, sigortacılık gibi alanlarda kanunların şeffaflığı zorunlu kılması gerekir.


* * *

Nasıl zenginleşirsiniz?

Son iki asrın tecrübesi, mantığa uygun veya aykırı, milletlerin zenginleşme yolunun ana çizgilerini gayet belirli kılmıştır. Bu ana çizgileri, Batı’nın endüstri devrimi konusunda otorite sayılan David S. Landes’in, “Milletlerin Zenginliği ve Fakirliği” eserinden alarak sunuyorum[3]:

“İdeal bir toplumun ana hatlarını çizerek başlayalım... Teorik olarak maddî ilerleme ve genel zenginlik yoluna en uygun cemiyeti... Bu, “daha iyi” veya “üstün” bir toplum anlamına gelmiyor. Bu kelimelerden kaçınmalıyız. Bu, sadece mal ve hizmet üretimine daha yatkın bir toplumdur. İdeal büyüme ve gelişme toplumu şöyle bir toplumdur:


  1. Üretim araçlarını kullanmayı, yönetmeyi ve inşa etmeyi bilen, teknolojinin sınırlarındaki yeni teknikleri yaratabilen, adapte edebilen ve onların ustası olabilen.

  2. İster resmî okullar ister çıraklık eğitimiyle bu bilgi ve yetenekleri gençlere aktarabilen.

  3. İşe insan seçerken bunu yetkinlik ve liyakate dayandıran, terfi ve tenzilleri performansa göre yapan.

  4. Tek tek insanların veya grupların girişimlerine imkân veren, inisiyatif, rekabet ve başarma hırsını teşvik eden.

  5. İnsanlara emek ve girişimlerinin sonuçlarından yararlanmasına izin veren.”

.....

“Böyle bir toplum, bu önemli hedeflerin gerçekleşmesi için gereken siyasî ve toplumsal kurumlara sahiptir. Bunlar, meselâ şu müesseselerdir:


  1. Tasarruf ve yatırımı daha iyi teşvik edecek özel mülkiyet hakları.

  2. Hem diktatörlüğün suiistimaline hem de özel keşmekeşe (suç ve yolsuzluk) karşı kişi hürriyetlerinin güvenceye alınması.

  3. Açık veya zımnî mukavele haklarının devlet zoruyla güvenceye alınması.

  4. İstikrarlı bir yönetim. Yönetimin demokratik olması gerekmez, fakat hükümet herkese açıkça bildirilen kurallarla yönetilmelidir. Şahısların değil kanunların hükümeti olmalıdır. Eğer demokratikse, yani belli dönemlerde yapılan seçimlere dayanıyorsa, çoğunluk kazanmalı, fakat kaybedenlerin haklarını ihlal edememelidir. Kaybedenler ise kayıplarını kabul etmeli ve sandığa tekrar gitme zamanını gözlemelidirler.
    Şikâyetleri duyan ve önlem alan, dinleyen ve dinledikleri üstüne icraat yapan bir hükümet.

  5. Dürüst bir hükümet: Öyle ki, ekonomideki aktörler piyasa içinde veya dışında yönetime dayanan avantaj ve ayrıcalık aramaya yönelmesin. Ekonomideki teknik tabirle, iltimas ve nüfuzun sağladığı rant bulunmasın.

  6. İtidal sahibi, etkin ve arsız olmayan bir hükümet. Bunun sonucunda vergiler sınırlanmış, hükümetin toplumun üretimi üzerindeki talepleri nispeten az ve ayrıcalıklar ortadan kalkmış olmalıdır.”

Ve belki, en önemli tespit:

İdeal toplum aynı zamanda dürüsttür. Dürüstlük kanun gücüyle sağlanmaktadır, fakat idealde, kanuna gerek bulunmamaktadır. İnsanlar dürüstlüğün doğruluğuna inanmalı, dürüstlüğün kazandıracağını görmeli ve buna uygun davranmalıdır.

Türkiye nerede?

Landes’in saydığı maddelerden bir kısmı, Türkiye için önemini kaybetmiştir.

Daha doğrusu, Landes’in önermelerinde “A’nın sağlanması için B yapılmalıdır” şeklindeki kalıpta, bazen B yapıldığı halde A’nın bir türlü gerçekleşmediğini görüyoruz. Meselâ, bizde “dürüstlük kanun gücüyle sağlanmak” istenmektedir ama insanlar dürüstlüğün kazanç sağlayacağına inanmamaktadır.

Kanunla düzenlenen elle tutulur noktalar yetseydi, Türkiye’nin bugünkünün çok üstünde bir hızla büyümesi gerekirdi.

Kanunlar, yönetmelikler şüphesiz önemlidir ve bunlardaki yanlışlıkların etkisi önleyici, felç edici, hatta tahripkâr olabilir. Fakat bunun tersi ne yazık ki doğru değildir. İyi mevzuat bir toplumu gerçekten ayağa kaldırırken bir diğerinde etkisiz kalabilir. Bu “yumuşak” yön, her türlü “katı” mevzuattan daha etkili olabilir. İşte “zihniyet” denilen ve toplumun âdetâ genetiği gibi değerlendirilebilecek bu unsurları Türk toplumu açısından ele almak zorundayız.
_______________________________
[1] Bu duaya ilk kez, değerli fikir adamı Dr. Ömer Dönderici dikkatimi çekmişti. Aslı Reinhold Niebuhr (1892-1971) adlı papazın “Sükunet Duası”dır. Ben, bu yazının maksadına göre değiştirdim. Uzunca metnin başlangıç kısmının aslı şöyledir: “Tanrı bize değiştirilemeyecek şeyleri kabullenmemizi sağlayacak tevekkülü (veya sükuneti), değiştirilmesi gerekenleri değiştirme cesaretini ve birini diğerinden ayırd etmemizi sağlayacak bilgeliği ihsan etsin.”
[2] Joseph E. Stiglitz, “Information and the change in the paradigm in economics” (Ekonomide, malumat ve paradigmada değişim), 8 Aralık 2001, Nobel Ödülü konuşması (http://nobelprize.org/nobel_prizes/economics/laureates/2001/stiglitz-lecture.pdf).
[3] Adam Smith iki asır önce, “gizli el”ini anlattığı kitaba “Milletlerin Zenginliği” başlığını koymuştu. Landes başlık seçerken Smith’e gönderme yapmaktadır: “The Wealth and Poverty of Nations” (Milletlerin Zenginliği ve Fakirliği), David S. Landes, W. W. Norton and Company, New York, London (1999) sayfa 217- 218.

Çarşamba, Mart 19, 2008

Ekonomi ve "Niçin geri kaldınız?"

16. asırda haritaya baktığımızda birbirinden çok farklı iki dünya görüyoruz. Bir tarafta merkezî büyük devletler, diğer tarafta param parça bir Avrupa. Siyasî, askerî, ekonomik üstünlük kesinlikle Avrupa'nın doğusundadır ve Türk Devletleri süper güçlerdir. Sırasıyla Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü İran coğrafyasında Şah İsmail'in kurduğu Safevî Türk Devleti ve bugünkü Hindistan coğrafyasında Babür Devleti.

Bu durumun birkaç asır içinde tamamen tersine döneceği, paramparça Avrupa'nın, hemen bütün doğuyu hükmü altına alacağını söyleyen bir kâhine her halde kahkahalarla gülünürdü.

Şimdi bu hayret verici değişikliğin gerçekleştiğini görüyor ve soruyoruz: Niçin geri kaldınız?

* * *

Sorunun cevabı, yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Batı'nın denizaşırı keşiflerine ve endüstri devrimine kadar doğuyu üstün kılan yapı ve zihniyet, daha sonraki çöküşünün de sebebidir.

Marks hiç ortaya çıkmasa, komünist devrim hiç olmasaydı da Rus ve Çin ekonomileri yine emredici merkezî planlamacı ve piyasayı dışlayan bir yapıda şekillenecekti. Çünkü bu ülkeler de doğunun büyük merkezî devlet anlayışının mirasçılarıydı. Bırakın doğuyu, Roma ve sonraki Doğu Roma İmparatorlukları zamanının "Batı"sı da öyleydi. İnsanlık tarihinde sadece orta çağın Batı Avrupa ve Akdeniz Avrupası istisnadır. Medeniyetin geliştiği başka her yerde norm, merkezî büyük devlet ve bu devletin, hayatın her noktasını düzenlemesidir..

Kabahat devletin merkezîliğinde veya büyüklüğünde de değildir. Nitekim deniz aşırı fetihlerin ve endüstrileşmenin sağladığı zenginliğe dayanan Avrupa'nın ilk yaptığı, tekrar merkezî büyük devletleri, imparatorlukları kurmaktır.

Roma İmparatorluğu'nun yıkılışı ile İspanyol, İngiliz ve diğer imparatorlukların kuruluşu arasındaki bir yol kazasına benzeyen feodalite ve şehir devletleri, insanlık tarihinde ilk kez şunu gösterdi: Bazı şeylerin merkezden planlanmaması daha iyidir. Tek tek insanlar, ekonomik faaliyette, bürokrasilerden daha iyidir. Bu tek tek insanların kendi çıkarları için giriştikleri teşebbüsler engellenmezse, ülke daha güçlü ve daha zengin olur.

* * *

16. asırda bu fikirlere de gülünürdü. Ne demek? Narh konulmazsa malların fiyatını kim belirleyecekti? Her isteyen her istediğini yaparsa keşmekeş çıkmaz mıydı? İpini koparan icat çıkarmaya, bid'at çıkarmaya kalkmaz mıydı?

İşte o ipini koparanların yaptığı icatlar ve bid'atlardır ki iki asır sonra bütün dünyayı sömürgesi haline getirdi.

İki unsur bu toz duman arasında öne çıkıyor. O iki unsurla problemin büyük kısmını anlayabiliyoruz. Biri insanların "kendi işi" kavramı. Diğer de piyasa, veya pazar.

Kendi işi: El elin eşeğini nasıl çağırır?

Marksist olmadan önce Marks, "emeğin yabancılaşması"ndan bahsediyordu. Endüstri öncesi üretimde bir demirci, kendi işini yapardı. Ortaya koyduğu; ister kılıç olsun ister başka bir âlet; ürün kendinindi, ücret de kendinin. Çömlekçinin yaptığı kâse de, çinicinin çinisi de... Emekle ürün arasındaki bağ, gözle görülür, elle tutulurdu. Zanaatkârlar vardı ve zanaatlarıyla iftihar ederlerdi. Genç Marks, işte bu bağın kopuşundan şikâyetçiydi. Üretim araçları ve ürün yeniden üretene verilmeliydi.

Marks, sonunda, emeğin yabancılaşmasını geri döndürmek için kolektivizasyon önerdi. Göremediği, kolektif mülkiyetin de emeği ve ürünü yabancılaştıracağı idi. İş insanın kendisinin değilse, patron ister vahşi kapitalist olsun ister devlet bürokrasisi, sonuç değişmiyordu. Kaldı ki, devlet bürokrasisin kaybedecek fazla bir şeyi yoktu. Patronun ise vardı. Bu yüzden işin sahibi bürokrasi olunca vahşet azalmıyor, tam tersine pervasızlaşıyordu.

Sosyalistin en koyusundan, liberalin en liberaline geçelim. Yirminci asrın en büyük iktisatçısı sayılan[1] Milton Friedman'ın, "kimin parasını kimin için" harcadığının tasnifini yapan matrisi meşhurdur. Kim, kimin parasını, kim için harcarsa nasıl davranır?

Kendisi içinBaşkası için
Kendi parasınıIII
Başkasının parasınıIIIIV


Friedman anlatır:

I) Kendi parasını kendisi için harcayan, hem aldığının en ucuz olmasına, hem de en kaliteli olmasına dikkat eder. En ucuza, en kaliteli... Üretirken buna "verimlilik" diyoruz.

II) Kendi parasını başkası için harcayan, aldığının fiyatına dikkat eder ama kalite fiyattan sonra gelir. Friedman, buna örnek olarak birisine hediye almayı gösterir...

III) Başkasının parasını kendisi için harcayan mutlu kişi, fiyata pek dikkat etmez ama aldığı ürünün kalitesi önemlidir. "Para önemli değil" düsturu genellikle bu halden kaynaklanır.

IV) Başkasının parasını başkası için harcayan ne fiyata ne de kaliteye dikkat etmek zorundadır. Friedman, "İşte" der, "bu devlet bürokratının davranışıdır!".

Friedman'a kızabilirsiniz. Fakat bugün bu kuralların geniş çapta geçerli olduğunu biliyorsunuz. Peki dün? Herkesin çok ahlâklı olduğu "altın çağ"larda böyle değildi diyenler çıkabilir. Gelecekte benim kuracağım altın çağda herkes çok dürüst olacak; Friedman matrisi geçerliliğini kaybedecek diyebilirsiniz... Fakat her çağ için toplum laboratuarı Friedman'ın haklı olduğunu gösteriyor. Bütün bilimler gibi ekonomi de, gözleme dayanan bir bilimdir.

Şimdi Friedman'ın yapmadığı bir matris kuralım. Harcanan şey para değil, emek ve dikkat olsun. "Kimin için?" sorusunu aynen koruyalım: İnsanlar emek ve dikkatlerini nasıl harcarlar?

Kendi işi için Başkasının işi için
Kendi emek ve dikkatiniIII
Başkasının emek ve dikkatiniIIIIV

I) Kendi emeğini kendi işi için harcayan, en yüksek verime odaklıdır. Kendi işinde çalışan gecesini gündüzüne katar... Dikkatiyse "veli-nimeti"ne odaklıdır: Ürettiği mal veya hizmeti alana; yani müşterisine.

II) "Kendi emeğini başkası için harcama", kamu veya özel fark etmez, emeğin yabancılaşma tehlikesi bulunan konumdur. Patronu mutlu etmeğe, fakat çok da yorulmamaya çalışır. Dikkati öncelikle patronu- âmiri üzerindedir.

III) Başkasının emeğini kendi için kullanan, patron veya âmirdir. II'deki kişiyle III arasında âmir- memur ilişkisi vardır. Bu pozisyonun da dikkati müşteri üzerindedir. Bir hedefi de, yönettiği insanların da aynı noktaya odaklanmasıdır. Kendi verdiği emek de, I'deki gibi yoğundur. Fakat çalıştırdıkları II konumunda bulunduğu için asla I kadar yüksek verim elde edilemez. Çağdaş yönetim biliminde organizasyon teorisinin bütün gayreti, II konumundaki insanları I'deki gibi davrandırmak, yani herkesi kendi işinin sahibi haline sokmaktır. Marks'ın kulakları çınlasın!

IV) Başkasının emeğini başkası için harcayan, özel sektörde orta kademe yöneticisidir. Devlet sektöründe ise bütün kademelerde. İyi yönetilmeyen bir yapıda, bu konumun da dikkati, II gibi, patronunun üzerindedir. Sarfettiği emeği mümkün olan en düşük seviyede tutmaya dikkat eder. Devlette çalışanlara en sık sorulan sorulardan biri, "Nasıl? İşin rahat mı?" sorusudur.

Otuz yılı aşkın, hem pratik hem de teorik "iş yönetimi", hatta genel olarak "yönetim" tecrübelerimin sonucunda şunu gördüm: Yönetim (management) biliminin bulguları bizim eski bir deyişimizle özetlenebilir: "El elin eşeğini türkü söyleyerek çağırır." Bu gerçeği, bu verimsizliği yok etmenin yolu, akla ilk gelen ilkel çözüm, "öyleyse her işi kendim yaparım" değildir. Gerçi bu çıkmaz sokağa girenlerin sayısı da bir epeydir. Şüphe yok ki bu anlayışla bakkal dükkânı veya nalbant atölyesinden öte bir işletme kurmak mümkün değildir. Küçük aşiretin ötesinde devlet de... Çözüm, büyük organizasyonlarda rol alan herkesin o organizasyonun "kendisinin" olduğunu hissetmesidir. Bu kolay bir başarı değildir. Fakat buna erişebilenler, iş hayatında da devlet düzeninde de devleşebilmektedir. İş hayatında "kalite yönetimi", devlet hayatında da "demokrasi", "vatandaşlık şuuru" bu anlayışın çeşitli cephelerini anlatan kavramlar olarak da değerlendirilebilir.
________________________
[1] Yirminci asrın en etkili ekonomisti yarışmasında bir numaralı konum için Milton Friedman'ın rakibi, John Maynard Keynes'tir.

Pazartesi, Şubat 18, 2008

Milliyeçiliğin ekonomisi – Ekonominin milliyetçisi


Ekonomide doktrinler yoktur;
ekonomi bilenlerle bilmeyenler vardır.

Vilfredo Pareto


Türkiye'de yakın tarihin en sert mücadelesinin yaşandığı 1968- 1980 döneminde şöyle bir anlayış hâkimdi: "Komünistlerin güçlü bir ekonomi doktrini var. Onların karşısındakilerin ise yok!". Buna komünistler de komünist olmayanlar da inanırdı. Bu yazının başlığı, veya "milliyetçi" kelimesi ile "ekonomi" kelimesinin yan yana kullanıldığı her hangi bir başlık, özellikle milliyetçi gençlik çevresinde sizi derhal "en çok satan" kılardı.

Milliyetçiliğin ekonomik doktrini belli değildi ama yazılacak bir doktrinin sağlaması gereken şartlar belli idi: Kapitalist olmamalıydı. Çünkü biz kapitalizme karşıydık. Komünist olmamalıydı, çünkü biz, muhakkak ki, ona da karşıydık. Fakat bir an önce yazılmalıydı. Bu kesindi. Çünkü bir sayfada, bir nutukta anlatılacak bir ekonomik doktrine âcilen ihtiyacımız vardı.

Sosyolojiden ekonomiye, istatistik biliminden yönetim bilimi ve kaliteye katkıları hâlâ saygıyla anılan Pareto'nun (1848 – 1923) yukarıya aldığım sözünü o tarihlerde de bir yazımın başına almıştım. Ne var ki bunu söylemek popülariteye giden bir yol değildi. Arkasından, daha da az popüler olan şunları sıralardım: Milliyetçilik ekonomiye dayanmaz. Milliyetçiliğin bir ekonomi doktrini olması da gerekmez. Fakat Türk milletinin bekası ve güçlenmesi—ki güçlenme bekanın şartıdır— için ekonomi bilimini bilmemiz ve kullanmamız gerekir. Sosyoloji, fizik, kimya ve bütün bilimler için de bu doğrudur. Hâlâ da böyledir.


* * *


Her şey Newton'un hareket kanunlarını bulmasıyla başladı. Son derece basit üç ifade, bir elmanın ağaçtan düşmesinden, ayın dünya yörüngesinde dönmesine kadar her şeyi açıklayabiliyordu. Öyleyse sıra, toplumun ve ekonominin Newton kanunlarını bulmaya gelmişti.

Bu işe "maddecilik"ten en çok hoşlanan komünistler teşebbüs etti ve komünist iktisat kuruldu. Maddecilikle ve komünizmle uzak yakın ilgisi bulunmayan Pareto'nun yukarıdaki sözünde de biraz Newton'a imrenme vardır. Pareto, ekonomiye, henüz hak etmediği bir kesinlik atfeder gibidir. Bu, ekonomide matematik kullanılmaması gerektiğini söyleyen von Mises'in tutumu ile taban tabana zıttır. Gelişmiş bilimler, ölçmeye ve ölçmelerin matematikle ifade ettikleri "kanun"lara dayanır. Ekonomi henüz bu seviyeye ulaşamadı.

Ne yazık ki, bilimlerin başarısı, inceledikleri sistemlerin karmaşıklığıyla ters orantılıdır. Mekanik, fizik, en basit sistemleri inceler. Bu yüzden en çok ilerleyen bilim de fizik olmuştur. Fiziğin ilerleyişini ancak işin derinliklerinde tabiatın sanıldığı kadar basit olmadığını gösteren buluşlar sınırlamıştır. Fakat alınan yol, daha karmaşık sistemleri inceleyen bilim dallarına kıyasla büyüktür.

Nedir bu "daha karmaşık" sistemler? Zorluk sırasıyla, Fizik gibi birkaç taneciği değil, çok sayıda taneciğin bir biriyle ilişkisini inceleyen kimya; kimya ve fiziğin birlikte çözmeye çalıştığı biyoloji ve tıp; biyolojinin en karmaşık konularından psikoloji ve milyarlarca psikolojinin karşılıklı etkileşmesiyle ortaya çıkan toplum bilimi. Ekonomi de toplum biliminin bir alt dalı sayılabilir. Her bir dalın gelişmişlik seviyesini sıralarsak, az önceki sıranın tersini buluruz. Tabiatı açıklama, olacakları önceden tahmin açısından en başarılı bilim fizik, en başarısızları da sosyoloji ve ekonomidir.

İktisat tarihinin en güzel anlatımlarından birinin, "Modern İktisadın İnşası"nın yazarı Mark Skousen[1], ekonomistlerin bazı çaresizliklerini kitabında şu tip alıntılarla anlatıyor:

ABD Başkanları Nixon ve Ford'un Ekonomi Danışmanları Konseyi Başkanı Herbert Stein: "Bilgisizliğimden giderek daha fazla etkileniyorum... Bütçe açığını arttırmak, millî geliri canlandırır mı yoksa çöküntüye mi uğratır, bilmiyorum. Harcama seviyesini kontrol eden M1 mi yoksa M2 mi, bilmiyorum. Kişisel gelir vergisinin en yüksek dilimindeki yüzde onluk bir artışın, gelirleri ne kadar arttıracağını bilmiyorum... Kazanan hisseler nasıl seçilir, ayırt edilir, bilmiyorum."

Harvard Üniversitesi profesörü Robert J.Barro, "Bu günlerde bana en sık sorulan sorular şunlar: Ekonomik toparlanma neden beklenenden daha zayıf? Gelecek yıl boyunca ekonomide ne gibi gelişmeler olacak? Yardımcı olmak için devlet ne yapmalı? Gerçeğe en yakın bir ilk tahmin olarak, bu gibi sorulara verilecek en uygun cevaplar sırasıyla şunlardır: 'Bilmiyorum', 'bilmiyorum' ve 'hiç bir şey'."


* * *

Yirminci asrın son yıllarında ekonominin geldiği nokta bu iken, Karl Marx ve takipçileri, yukarıda çaresizlik itiraflarını yapan çağdaş ekonomistlerden 100- 150 yıl evvel, tek ve kesin çözümü bulduğunu ilan etmişti. İdeolojiler hiç alçak gönüllü olmuyor. Çözümleri hep tek ve kesin!

Sonra bir komünist dünya kuruldu. Maddeye, bir bakıma ekonomiye dayanan bir dünya. Fakat 80 küsur yılda, Sovyetler Birliği'nden Çin'e, Arnavutluk'tan Küba'ya tek bir komünist ülke refaha kavuşmadı. Sonunda o dünya çöktü. Harple, kültürle falan değil; ekonomiyle çöktü. Matta İncili, 26: 52: "Kılıçla yaşayan kılıçla zeval bulur".


* * *

O halde durum ümitsiz mi?

Yukarıdaki anlattıklarımın doğurduğu hava kadar ümitsiz değil. Çünkü 21. asırda ekonominin de sağlam noktaları var. Ekonomi bilimiyle uğraşanlar, her şeyi bildiklerini söylemiyor. Fakat bildikleri şeyler de var. Acı olan, fikir birliği bulunan, oy birliği olmasa bile ezici çoğunluğun kabul ettiği bu noktaların, Türkiye'de aydınlar arasında hâlâ dirençle karşılanması.

Bunlardan ikisi üzerinde durmak istiyorum. Birisi piyasa veya pazar ekonomisinin üstünlüğü... Diğeri—ki birincisiyle bütün bütün ilgisiz değildir— insanların, kendi işlerini yaparken verimin ve topluma yararın doruğuna çıktıkları.


Komünist Çin'den "Çin mucizesi"ne





Şekilde[2] 1952- 2005 yılları arasında Çin'in Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYH) görülmektedir. (Tam resmi görmek için lütfen küçük resmi tıklayınız.) Yatay eksende önemli olaylar işaretlidir. Büyük Atılım ve Kültür Devrimi Mao'nun "görülmemiş kalkınma" hareketleridir. Şeklin içinde pazar ekonomisi ve özelleştirme yolundaki reformlar işaretlenmiştir. ÖEB, "Özel Ekonomi Bölgesi"nin kısaltmasıdır.

Çin Halk Cumhuriyeti, son çeyrek asırda dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisidir. Ondan önceki çeyrek asırda, grafiğe bakarak, "sürünme" diyebileceğimiz performansla bugünkü arasındaki farkı yaratan nedir?

1976, Mao'nun ölüm yılıdır. Mao'dan sonra 1989'a kadar Deng Ziaoping, ondan sonra da Jiang Zemin başa geçmiştir. Zemin'in, Deng reformlarının arkasındaki beyin olduğu söylenir. Dolayısıyla Komünist Çin'i, Mao dönemi ve Deng- Zemin dönemi diye ikiye ayırabiliriz.

Mao döneminde ne yapılıyordu?

Tarımda üretim köy kollektifleriyle yürüyordu. Köylünün tarımdan kişisel çıkarı yoktu. Çalışmaya göre "iş puanı" alıyorlardı ama bu, bir cins işçi puantajıydı ve insanların çalıştıklarını kontrol maksadına dönüktü.

Büyük Atılım'da, kalkınmanın ağır endüstriyle başarılacağı, tarımda "rasyonel ve bilimsel" metotların kullanılması gerektiği emredildi. Köylere birer çelik izabe fırını kuruldu. Köylünün büyükçe bir kesimi tarımdan çekilerek "ağır sanayi hamlesi"ne sürüldü. Çiftçilikte "rasyonel ve bilimsel metotlar" fidelerin daha sık ekilmesi, tohumlamanın daha çok yapılması gibi yöntemlerdi. Her iki önlem de üretimi düşürdü. Büyük sanayi hamlesi, tarımdaki iş gücünü azaltmıştı. Yoğun ekim, ürünün çürümesiyle sonuçlandı. Mao'nun geçeceği ve belki de teftiş edeceği bölgelere, başka yerlerden fideler getirilip yol boyunca dikildiği, çürümeye engel olmak için de vantilatörlerle havalandırma yapıldığı söylenir. Sonuç, 20 – 30 milyon arasında insanın öldüğü büyük kıtlıktır.

Deng döneminde ilk adım, kollektif tarım örgütünün dışında, isteyen ailelere belli bir toprak parçasının "kiralanması" oldu. Aile "çalışma puanı" değil, ürettiğinden para kazanıyordu. Kıtlık çeken bölgelere üretim fazlası bulunan bölgelerden ürün gönderilmeye başlandı. Artık ürün fazlası vardı, çünkü insanlar, sorumluluklarına verilen topraklardan daha fazla verim almak için çalışıyordu. Ürün devlet tarafından bile olsa, pazar şartları ile fiyatlandırılmaya başlandı. 1979 yılında tarımın ancak %1'i "aile sorumluluğu" sistemiyle yapılıyordu. 1983'e gelindiğinde oran %98'e çıkmıştı. SSCB'de "kolhoz", İsrail'de "kibbutz" gibi Çin kollektifleri de tarihe karıştı. İnsanlar kendileri için iyi üretiyorlardı. Başkası, hele "kamu" içinse, ancak zorlandıkları kadar...

Mao döneminde endüstride kesin bir "bilimsel" planlama hâkimdi. Her işletmenin ne kadar üretim yapacağı, üretimi için ne kadar ham madde kullanacağı, kaç mühendis ve kaç işçi çalıştıracağı belirlenmişti. Her yıl arttırılan üretim kotaları da... Sovyet bloku için anlatılan, "kotayı tutturmak için çelik malzeme toplanıp eritiliyor ve ham çelik üretiliyordu" hikâyeleri Mao Çin'i için aynen geçerliydi.

Deng 1985 yılında "planın büyüklüğünü dondurduk" açıklamasını yaptı. Artık işletmelerin yıllık bir büyüme hedefini taahhüt etmeleri istenmiyordu. Geçen yılki kadar üretmeleri yeterliydi. Ancak! Eğer geçen yılkinden fazla üretirlerse, ürettikleri fazlayı piyasa şartlarında istedikleri gibi satmaya yetkiliydiler. Satışın geliriyle planın öngördüğünün dışında ham madde alabilirler, aldıklarının miktar ve kalitesine kendileri karar verebilir, hatta bu ek gelirle çalıştıracakları işçi ve mühendisleri de kendileri seçebilirlerdi. Ek gelir yönetici ve çalışanlara da bir cins "döner sermaye" geliri sağlıyordu.

"Donmuş plan" altında verimli işletmeler baş döndürücü bir hızla büyüdü. Verimsizler yerinde saydı. Plan bunları yerinde saydıkları noktada devlet eliyle beslemeye devam ettiği için şok özelleştirmenin Rusya'da yarattığı sarsıntıyı Çin'de yaşamadı. 1990'larda verimsiz firmalara verilen destek tedricen kaldırıldı. Fakat artık bunlar Çin ekonomisinin o kadar küçük bir parçasıydı ki, pek canı yanan olmadı.

Çin'in içiyle ilgili bu önlemlerden başka, Hong Kong tarzında, pazar ekonomisinin ve kişisel teşebbüsün tam hâkim olduğu, yabancıların da en az kısıtlamayla gelip iş yapabilecekleri, sosyalist kuralların işlemediği Özel Ekonomik Bölgeler fotoğrafı tamamladı.

Deng'in ve muhaliflerinin söyledikleri son derece ilginç ve eğlencelidir.

Eski komünist "muhafazakârlar", Deng'in politikalarının Çin kültürü için fazla "materyalist" olduğundan yakınmaktadırlar!

Deng'in tarihe geçen meşhur bir konuşması şöyledir: "Sosyalizm nedir? Marksizm nedir? Geçmişte bu konularda kafalarımız berrak değildi. Marksizmin en çok önem verdiği üretim güçlerinin geliştirilmesidir. Sosyalizmin komünizmin ilk aşaması olduğunu, daha ileri aşamada herkesten yeteneğine göre ve herkese ihtiyacına göre ilkesinin yürürlüğe gireceğini söyledik. Bunun için üretim güçlerinin yüksek derecede gelişmesi ve maddî zenginliğin olağanüstü düzeylere çıkması gerekir. Dolayısıyla, sosyalist aşamanın baş görevi üretim güçlerini geliştirmektir. Sosyalist sistemin üstünlüğü, son tahlilde, üretim güçlerini kapitalist sistemden daha hızlı geliştirmesiyle belli olur. Bunlar geliştikçe insanların maddî ve kültürel hayatı sürekli iyileşecektir. Halk Cumhuriyeti'ni kurduktan sonra yaptığımız hatalardan biri, üretim güçlerini geliştirmeye yeterli dikkati vermememizdir. Sosyalizm, fakirliği yok etmek demektir. Fakirlik sosyalizm demek değildir. Fakirlik asla komünizm değildir."

Bir Japon delegasyonu önünde yapılan ve Halkın Günlüğü Gazetesi'nde "Hassaten Çin tarzı bir sosyalizmin inşası" başlığıyla yayınlanan bu konuşmadan[3], Batı Avrupa ve ABD'nin dünyanın komünizme en yakın ülkeleri olduğu sonucunu çıkaranlar bulunabilir.

Deng'in meşhur iki vecizesi yukarıdaki paragrafı daha da açık hâle getirmektedir:

"Fareyi tuttuğu sürece kedinin rengi önemli değildir."

"Zengin olmak şan ve şereftir!"

Deng'in bu son sözü söylemek zorunda kalması ve daha önce belirttiğim, komünist muhafazakârların Deng'i "fazla materyalist" bulması, Çin ve Türk zihniyetlerinin birbirine ne kadar benzediğinin bir göstergesidir.
_______________________________

[1] Mark Skousen, "Modern İktisadın İnşası", Liberte Yayınları, Ankara (2003)
[2] http://en.wikipedia.org/wiki/Image:Prc1952-2005gdp.gif
[3] http://english.peopledaily.com.cn/dengxp/vol3/text/c1220.html