Cumartesi, Eylül 09, 2006

Irkçılık


Muhtac olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Kemal Atatürk

Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl!
(İstiklâl Marşı) Mehmet Akif

Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız.
Harb Okulu Marşı

Türküz, bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Onuncu Yıl Marşı



Irkçılık ve onun siyasete uygulanması yakın tarihteki bir Avrupa icadıdır. 18.- 19. asır Avrupa rasyonalizminin ürünüdür.

Newton, elmalardan tutun da gök cisimlerine kadar maddenin tümünün hareketini üç harfli bir denklemle izah edivermişti ya! Bu büyük zafer, fizikten pek anlamasalar da, toplum felsefesi yapanların ağzını sulandırdı. Sosyoloji ve ekonomide de böyle basit izahlar aranmaya başlandı ve arayan bulur! Doğru da olsa, yanlış da... Marksizm ve ırkçılık her şeyi bir vuruşta izah ediveren iki basit basit çözümdür.

Dolayısıyla ırkçıları suçlarken, bu görüşün Avrupa’nın o yüzyıllardaki hâkim düşüncelerine ve özellikle imparatorluk politikalarına son derece uygun olduğunu unutmamak gerekir. Emperyalist çağın Avrupa’sı, dünyanın üstün (tabiatıyla kendileri) ve pek o kadar üstün olmayan (diğer herkes: Siyahlar, sarılar, kırmızılar, Türkler, v. s.) ırklardan oluştuğuna ve “beyaz adam”ın Tanrı tarafından diğerlerine medeniyet getirmekle vazifelendirildiğine inanıyordu. Nazizm, bu anlayışın uç noktası, fakat tabiî uzantısıdır.

Bu fikirlerin bugünün Batı düşüncesinde etkili olup olmadığı maalesef hâlâ tartışılabilir. Batının da utandığı bir geçmişi sermaye yapıp Batı düşmanlığına kalkışmak ucuz bir popülarite yoludur. Fakat o utancın kökleri hâlâ kurumamışsa ve çeşitli makyajlar altında hâlâ karşımıza çıkabiliyorsa, işin mahiyeti değişir. Çarpıcı ve ümid ederiz ki izole bir aktüel misal, Ulster Üniversitesi’nden Richard Lynn’in milletlerin zekâ bölümleri araştırması ve izahlarıdır. Lynn’a göre, kuzey ülkelerindeki ilk insanlar, soğuk şartlarda zorlaşan hayat mücadelesinin sonucunda daha büyük beyinlere ve zekâya sahip olmuş! Avrupa’da en zeki milletler Almanlar ve Hollandalılar. En aptalları da yanlış tahmin etmediniz, Sırplar ve Türkler.[1]

Huntington’un fikirlerinde de bu anlayışın izlerini görmek mümkündür. Huntington medeniyetleri sayarken, Katolik ve Protestanları aynı gruba alır, fakat belki dünyanın en büyük Katolik nüfusunu dışarda tutar: Güney Amerika! Açıklama: O halklarda fazlaca yerli karışımı var! Bu anlayışın ırkçılıktan başka ne olduğunun izahı pek kolay değildir.

Resmî diplomaside ilkel ırklardan bahsetmek 1945’ten itibaren çok ayıp sayıldı ve tabu haline geldi. Hattâ “geri kalmış” ülke bile kibar bir ifade değildi; “kalkınmakta olan” tabiri tercih edilmeliydi. Fakat “beyaz adamın yükü”nden vaz geçilmedi. Fransa’nın, geçen yıl çıkardığı bir müfredat kanunundaki ifadeler bu açıdan çarpıcıdır: "Üniversite müfredatları, Fransa'nın denizaşırı ve özellikle Kuzey Afrika'daki varlığına lâyık olduğu yeri vermelidir. Okullardaki dersler, denizaşırı ülkeler ve özellikle Kuzey Afrika'da Fransız varlığının oynadığı olumlu rolü tanımalı ve buna ve Fransız silahlı kuvvetleri mensuplarının fedakârlıklarına tarihte hak ettiği seçkin konumu teslim etmelidir." [2] Bahsedilen olumlu rol, Osmanlı’nın zaafından sonra Fransa’nın Cezayir ve Fas’taki sömürgecilik faaliyetidir ve bu ülkeler, on binlerce can kaybı pahasına, sonunda işgalcileri def etmeyi başarmıştır. “Olumlu rol”ün çarpıcı örneklerinden biri, 8 Mayıs 1945’te Fransız askerlerinin sivil halka makineli tüfeklerle ateş açtığı Setif katliamıdır. Cezayir’e göre 45 000, Fransız kaynaklarına göre 20 000 Cezayirli o gün öldürüldü. Fransa’nın “olumlu rol”ü hakkında bugünkü Cezayir Devleti’nin resmî görüşü “jenosid”dir.

İhtiyacı olanlara, talep olsa da olmasa da medeniyet götürmek; hele demokrasi götürüp “millet inşa” etmek, ABD’nin yeni muhafazakârlarının en aktüel uğraşıdır.

Aslında, gerek 19., gerekse 20 yüzyıl başındaki Avrupa ırkçı akımlarının psikolojik kökünü yine Huntington’da bulabiliriz. Huntington, özellikle Japonya’dan bahsederken, milletlerin başarılı oldukları dönemlerde, bunu, kendi özellikleriyle açıkladıklarını, millî özelliklerden bir veya birkaçını, başarılarının asıl kaynağı diye öne sürdüklerini anlatır. Başarısız dönemlerde ise bundan vaz geçip, galipleri taklide yöneldiklerini anlatır. Japonya’nın ikinci dünya savaşı öncesindeki his ve düşünce yapısı birinci tutumun örneğidir. Meiji restorasyonu ve ABD işgali sırasındaki hâkim tavrı da ikinci tutumun. Huntington bu düşüncesini kendi mensup olduğu “medeniyet”e uygulamamış. Ama bizim uygulamamamız için bir sebep yok. Gerçekten, 18. asırdan başlayarak Batı, kendi üstünlüğüne tam bu tarz izahlar aranmıştır. Bunların en meşhuru, şüphesiz Weber’in “Protestan Etiği ve Kapitalizmin Ruhu” eserinde ileri sürdüğü tezdir.. Weber’e göre endüstri devriminin de, ekonomik başarının da altında Protestanlık vardır. Tabiî günümüzde değil Protestanlıkla, Hristiyanlıkla ilgisi bulunmayan ülkelerin zenginler klubüne girişi Weber’i biraz sarsmış olsa gerek Zaten Weber’in bu tezi, başka önemli sosyologlarca da ciddî tenkide uğramıştı.[3]

Bilim kolay değildir; sosyoloji de bilimler içinde en kolaylarından değildir. Buna karşılık ırkçılık ve üstün ırk teorileri çok daha kolaydır. Kaldı ki insanların methedilmeye zaafları vardır. Hangi “ırk”a kendisinin yüce olduğunu söylerseniz, popülarite kazanmazsınız? Irkçılık, Huntington’un “başarısını kendine has özelliklerle açıklama”nın en dolaysız tarzıdır.

Batı’daki bütün fikir hareketleri gibi ırkçılık da Türkiye’yi etkiledi. Fakat bu duygu, Osmanlı geleneğine de, İslâm düşüncesine de yabancıdır. Belki aydınlanmadığımız, rasyonalizme bir türlü alışamadığımızdandır... Müslüman düşüncesinde buna en yakın misali, Endülüs’te, Toledo Kadısı Said al-Andalusî’nin yazdıklarında buluyoruz: “Kuzeyliler, çok soğuktan ötürü aptal ve sarışın, güneylliler de fazla sıcaktan ahmak ve siyahtır.” Fakat burada ırk gibi müzmin bir sebep değil, enlem farkı söz konusudur. Nitekim Ibni Haldun, kuzeye giden siyahinin sarışın, güneye inen sarışının siyah olacağını yazıyor.[4]

Burada, Hristiyanlıkta Tanrı’nın insanı “kendi görüntüsünde yarattığı” inancı, Avrupa ırkçılığının sebeplerinden biri diye sayılabilir. Gerçekten de “siyahların ruhu var mıdır?”, “kızılderililerin ruhu var mıdır?” soruları 18. ve 19. asırda ciddiye alınmıştır. Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattığına ve Tanrı siyah veya kırmızı olmayacağına göre, beyaz haricindeki ırklar insan değildi. Fakat böyle bir izah, kanaatimce hristiyanlığa çok ağır bir suçlamadır. Unutmayalım ki bu tartışmalar, Avrupa’nın emperyalist çağında ortaya çıkmıştır. Daha önce değil. Emperyalizmi Hristiyanlığın doğurduğu aşırı bir iddia olur. Açıktır ki bu yakıştırma emperyalizmin sonucudur, sebebi değil.[5]

Buna karşılık, bugünün problemli ülkelerine, zorla demokrasi getirmeyi, onları Batı’nın “kendi görüntüsünde” yeniden yaratma (millet inşası) çabası diye değerlendirmek pek de uçuk bir düşünce olmasa gerek.

Belki ırkçılığa yabancı bu kültür kökünden ötürü, Türkiye’de “ırkçılık” üstünlük iddiasından; hele hele başkalarını aşağılık görmekten ziyade, savunma ırkçılığı, “tedafüî ırkçılık” şeklinde görülür. Muhakkak ki imparatorluğun içindeki hemen bütün unsurların batı devletleri tarafından açıkça kullanıldığı bir dönemde bunu anlamak da zor değildir. Sırf “başka” olduğu için insanlardan nefrete dayalı, “etnik temizlik” öngören bir ırkçılık Türkiye’de hiç bir zaman gelişmedi.

Kaldı ki bu “ırkçılık”, ilginçtir, ırka da dayanmaz! Arnavutlar gibi bazı etnik gruplar her zaman Türk kabul edilmiş, buna karşılık Anadolu’nun meselâ Karaman’lı ortodoks Türkleri “rum” kabul edilip mübadeleye tabit tutulmuştur. İstiklâl Marşımızın büyük şairi, “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl” mısraının yazarı Mehmet Akif, Arnavuttur ve ve diğer Türklere göre de, kendisine göre de Türktür. Gerek İstiklâl marşındaki gibi ifadeler, gerekse “tedafüî ırkçılık”ın pratik uygulamadaki şekli, meselâ hâla yürürlükte olan ve Harb Okul’na giriş işin gereken “Türk olmak” şartının anlaşılışı (Kafkas kavimleri ve Avrupa kökenli müslüman gruplar da bu uygulamada da Türktür), “ırk” kelimesini Türklerin, tam İngilizce’deki “race” veya Almancası ile “volk” anlamında kullanmadıklarını gösteriyor. Açıktır ki işe, biraz daha yakın hissettiğimiz “kavim” kavramı, biraz Osmanlı’daki kullanışıyla “millet” kavramı karışmaktadır: Ortodoks milleti gibi... O tarihlerde “dinî gurp, dinî azınlık” anlamına gelen “millet”ten (Erbakan “milletimiz” derken kelimeyi hâlâ bu arkaik anlamda kullanmaktaydı), bugünkü anlamdaki “millet”e zihinlerde tam geçiş yapılamadığı için, bazıları da millet yerine “ırk” demekteydi. Tarifin en pratik izahı şöyledir: Osmanlı’da gözü olan devletlerin manipüle edebildikleri unsurlar gayrı-Türk, edemedikleri Türk kabul edilmiştir.

Fakat Avrupa harıl harıl kafatası ölçerken biz de onlardan çok geri kalmadık ve biz de ölçtük; okul kitaplarımızda Türklerin brakisefal olduğu yazardı. Anti-milliyetçi “aydınlar” (her ne demekse) hiç sevinmesin, bu ölçümleri yapan devletin tepesiydi.

Türkiye’de ırkçılık akımları konusunda resmî görüş, 1940’lara kadar ılımlı bir milliyetçilik bulunduğu, bu tarihlerde bazı “ırkçı- Turancılar”ın ortaya çıkıp ırkçılık yaptıkları ve İsmet İnönü’nün bunların hakkından geldiğidir. Gerçek aşağı yukarı bunun tam tersidir. 1943’te Almanlar’ın mağlup olacağı anlaşılana kadar bizde de “ırk” iftiharla kullanılan bir sözdü; anlamı kendimize has olda da. Yazımın başına aldığım ifadeler o günlerin havasını yansıtır.

İlk Türk Tarih Cemiyeti kurultaylarına (1932, 1937) verilen tebliğler[6] bugün okuyanların ağzını açık bırakacak niteliktedir ve hekimler, Türk ırkının karakterleri konusunda ayrıntıya girmektedir. O tarihlerde “resmî” niteliği tartışılmayacak Cumhuriyet Halk Partisi Konferanslarından 1940 yılında verilen birincisinde Agop Dilaçar, “Türkçülük ırkçı olmadığı için noksandır, Kemalizm ona ırkçılığı ilave etmiştir.” demektedir. Dilaçar’ın “Ermeni Türkleri”nden olduğuna dikkatinizi çekerim! Başbakanımız Şürkü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Kürsüsü’nde şöyle diyordu: “Biz Türk’üz, Türkçü'yüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, bir kan meselesi olduğu kadar ve en az o kadar da bir vicdan ve kültür meselesidir.” İsmet İnönü’nün o yıllardaki kanaatleri de bunlardan pek farklı değildir: “Benim kanaatimce kahramanlık, milletler arasında birinci sırada yer tutmak için ilk şarttır. Kahramanlık, kanın fitraten haiz olduğu kudretten gelir. Irkımızın kahramanlığına Gaziantep güzel bir numune olmuştur.” (Başbakanken, 26.9.1932 Gaziantep Halkevindeki nutku). “Cumhuriyet idaresinin genç Türk unsuruna verdiği inandırıcı kanaat budur ki dünyanın inanmadığı eserleri vücuda getiren azim ve fedakârlık ırkımızda vardır.” (Başbakanken 19.2.1933’te Ankara Halkevindeki nutku ve 29.10.1933 Vakit gazetesindeki makalesi.)

Bu hal yaklaşık 1944’e kadar sürdü. İsmet Paşa, Almanlar ilerlerken komünistleri toplayıp hapse attırdı; Sovyetler ilerlerken de milliyetçileri. Sonradan “Atatürk Milliyetçiliği” denilen, aslında 1944’den sonraki İsmet İnönü revizyonizmidir[7] ki İnönü’nün o tarihlerdeki yaklaşımı artık Atatürk’ünkine hiç benzemez. Bu da yetmeyince çareyi demokrasi getirip NATO’ya girmekte bulduk.[8]

Eğer Atatürk Milliyetçiliği’nden söz edeceksek, şüphesiz Atatürk zamanındaki ifadelere, bizzat Atatürk’ün ifadelerine, hattâ İnönü’nün Atatürk’ün başbakanıykenki ifadelerine bakmak daha sağlıklıdır.

Bir tarihteki tavırları incelerken onları o günün dünya anlayışından, o zamanın hâkim fikirlerinden soyutlayarak vermek; sonra da bu fikirlere dayanarak tarihî aktörleri ayıplamak son derece hatalıdır. İş polemiğe dökülünce de, polemikçiler yalana baş vurmak zorunda kalıyor.

Bilim ve Irk

Peki bilim, insan ırkları hakkında ne diyor? Bugün, insan genetiği hakkında 19. ve 20. asırdakine göre çok daha fazlasını biliyoruz. Birkaç yıl önce insan genomunun haritası çıkarıldı. En küçük DNA örneğini çoğaltıp başkalarıyla karşılaştıracak teknikler gelişti. Artık ne kafatası ölçmemize ne de kan gruplarına ihtiyacımız var... Hattâ geliştirilen istatistik metotlarla, insanların göçlerini, akrabalıklarını, Hangi değişikliğin ne zaman gerçekleştiğini öğrenebiliyoruz. Hâlâ yolun başında sayılırız... Bilimde hep yolun başındayızdır zaten; çünkü bilginin sonu yoktur.

Belki ırk konusundaki en köklü bilgi, tek merkez tahmininin ezici üstünlük kazanmasıdır. Elimizde bugünkü bilgiler ve metotlar yokken, insan ırklarının dünyanın birçok yerinde ayrı ayrı zamanlardaki mütasyonlarla oluştuğu tahmini (çok merkezlilik) ile tek bir seferde oluştuğu tahmini çekişiyordu. Çok merkezlilik düşüncesine dayanarak, Kafkosoid, Negroid, Mongoloid, Australoid v. s. gibi “ırklar”ın ayrı evrim yollarıyla insanlaştığı düşünülüyordu. O halde bu ırklar arasında büyük farkların bulunması da doğaldı. İnsanların dış görünüşlerine ve ölçümlerine, özellikle kafatası ölçülerine verilen önem bu çok merkez düşüncesinin izlenmesinden kaynaklandı.

Bugün genetik de arkeoloji de tek merkeze işaret ediyor. Modern insan, homo sapiens sapiens, bir kere, Afrika’da, bugünkü Etopya’da (Habeşistan) ortaya çıktı. İstatistik metotlar, burada, 50 000 yıl önce, 5 000 kişi civarında bir nüfusa işaret ediyor. Bu nüfusun büyük bir kısmı Afrika’da kalmış. Fakat içlerinden 1000 kişi mertebesinde bir grup, Afrika’yı terk etmiş ve bütün dünyayı modern insanla doldurmuş. Renklerde ve başka özelliklerdeki değişiklikler bir yandan yerel şartlar, bir yandan küçük topluluklardaki genetik kayma ile ortaya çıkmış. Bir bakıma İbni Haldun’un dehası burada da yanılmamış. Bir ağacın dokuz dalından dokuz ayrı insan ırkının türediğini söyleyen Türk destanı biraz eksik kalmış; eğer tek ağaç, Habeşistan değilse... Böylelikle, birbirinden temelde farklı insan ırkları bulunduğu düşüncesi de çok merkez teorisiyle birlikte tarihte kalıyor.

Bu bilgiyle, insan ırkları (ırk demek doğru mu?) arasında, gerçekten bulundukları yerde güneş ışıklarının ultraviyole içeriğinin yol açtığı renk farklılıkları, hayvancılık düzeyinin belirlediği laktik asit toleransı gibi değişikliklerin ötesinde büyük farklar beklemek pek makul değil.

Öyle anlaşılıyor ki aydınlanıp rasyonelleşmemekle pek de kötü yapmamışız.

Daha da çarpıcı bilgilere ulaşmaya başladık. Şu anda Türkiye’deki genler konusunda, pek geniş sayılmasa da ilk işaretleri veren araştırma yapıldı.[9] İki sonuç aynı yönde gibi görünüyor. Birincisi: Türkiye’deki genlere en yakın gruplar, Orta Asya Türk toplulukları! Burada da Anadolucular’la “az biraz Türkmen geldi, yerli halkla karıştı” diyenlerden, özür dileyerek, haksız çıktıklarını söylemek isterim. Üstelik gelenlerde kadın ve erkekler eşit sayıda. Askerler gelip yerleşmemişler; toptan göç edilmiş. Bunu da belirleyebiliyoruz. Şu anda en akraba olduğumuz iki gruptan biri Orta Asya ve oran %30 civarında. Tabi karşılaştırma bugünkü Türkiye ile bugünkü Orta Asya arasında yapılıyor. Acaba iki büyük Moğol ve Türk- Moğol dalgasından önce durum nasıldı? Bu sorunun cevabı da araştırmalar geliştikçe ortaya çıkacaktır. Çünkü nüfuslar, büyük tarihî hadiselerle büyük değişiklikler geçirebilmektedir. Genetik araştırmaları, Asya halklarının %8’inde Cengizhan’ın genlerinin bulunduğunu gösteriyor. Tek bir insanın bir nüfusa bu ölçüde etki edebilmesi, şaşırtıcıdır.[10] Anadolu’ya Türk göçü, bu etkiden ve Timur dalgasından öncedir.


“En akraba olduğumuz iki gruptan biri” dedim. Her iki araştırmada da tekrarlanan ve belki de en şaşırtıcı sonuç, “en akraba olduğumuz” ikinci grubun kimliği: İngiltere! Bu noktada, bir ara verip yeni araştırmaları beklemek iyi olur galiba. Ama ister istemez, insanın aklına, Barber’in kitabı geliyor.[11] Bir tekstil arkeoloğu olan Barber, Tarım Havzasında bulunan ve bugün Urumçi müzesinde sergilenen mumyalar ve giysileri için “bunlar Kelt” hükmünü vermektedir. Buluntular günümüzden dört bin yıl öncesine aittir. Kitapta, Barber’in, “Peki nereye gitti bu insanlar?” sorusuna, Uygur müze müdürünün verdiği cevap ilgi çekicidir: “Buradayız; bir yere gitmedik!”.

Araştırmalardan birinde (Mergen, Öner ve Öner) verilen gen yakınlığı tablosunu Türkçeleştirerek buraya aldım. 1998 yılına ait bir başka araştırmada daha aynı sonuca varılmıştı.

İnsan genomumun çözülmesi ve geliştirilen metotlar, önümüzdeki yıllarda bizi şaşırtacak çok bilgiye gebe görünüyor. Yukarıda verdiğim ilk bulguları kesin sonuçlar şeklinde yorumlamak henüz mümkün değildir. Fakat tek merkezliliğin ispatı, genetiğin, insan davranışlarının ve millet olgusunun açıklanmasında 19. ve 20. asrın ilk yarısında sanıldığı kadar merkezî olmadığını gösteriyor. Milleti ırka dayandırmak bizim için de başka milletler için de pek anlamlı bir yol değildir.

Milliyetçi entellektüellerin temel uğraşlarından, “Millet nedir, nasıl tarif edilir?” meselesini gelecek yazımda ele alacağım.


______________________________

[1] (The Times, 27 Mart 2006) Ben şimdi Eskimo Einsteinler’ini bekliyorum!

[2] Kanun, Fransız Parlementosu'nda kabul edilmiş ve 23 Şubat 2005 tarihli Resmî Gazetelerinde (Journal Officiel; bakınız:
http://admi.net/jo/textes/ld.html) yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Naklettiğimiz paragraf, kanunun 4. maddesidir.

[3] Muslim Society, Ernest Gellner, Cambridge University Press, Cambridge: 1983. Gellner, “Poitiers savaşını müslümanlar kazansaydı, İbn-i Weber diye bir sosyolog çıkar, ‘Haricî Etik ve Kapitalizmin Ruhu’ diye bir kitap yazardı” der.

[4] A Brief History of the Human Race, Michael Cook, W. W. Norton & Company, New York: 2003., sayfa 287. Yazarın asıl alanı İslâm tarihidir.

[5] Günümüzde müslümanlar arasında aynı ifade “hadis” diye dolaşmakta. Nassta Allah hiç bir şeye benzetilemezken ve bu açıkça ve defalarca ifade edilirken (meselâ İhlâs suresi) bu hadisin mevzuluğu ihtimali yüksektir.

[6] Bu paragraftaki bilgiler ve kaynaklar, rahmetli Prof. Dr. Hikmet Tanyu’nun “Atatürk ve Türk Milliyetçiliği” kitabından alınmıştır. Kitabın son baskısını Ankara’da Elips Yayınevi yaptı (2006). Türk Tarih Kurumu tebliğleri için Türk Tarih Cemiyeti Kurultay zabıtlarına bakılmalıdır. Kitapta zabıtlardan geniş alıntılar yapılmakta.

[7] Bu anlamda “İnönü revizyonizmi” tabirini Sayın Yılmaz Öztuna’dan aldım.

[8] İsmet İnönü’nün Türk Milliyetçileriyle arası iyi değildir. 1944 olaylarıyla zirveye tırmanan bu milliyetçi aleyhtarlığı, çok partili dönemde de1980’e kadar, CHP’de ve onun türevi partilerde devam etmiştir.. Halbuki Atatürk’ün kurduğu CHP’nin doktrin sembolü “altı ok”tan biri “milliyetçilik”tir. İnönü’nün milliyetçi entellektüellere karşı müstebit ve saldırgan tavrı milliyetçilerin de sert reaksiyonu ile karşılaşmıştır. Fakat tarihî soğukkanlılıkla bakıldığında İnönü’nün de—doğru veya yanlış—yaptıklarını, kendine göre Türk milletinin çıkarı için yaptığından şüphe yoktur. Ve bir de iktidar endişesiyle. İnönü devrinin birçok “irticayı önleme” hamlesi aslında muhalefeti bastırma operasyonlarıdır. Acaba, gerçek irticanın tehdid haline geldiği bu günlerde toplumun pasif kalmasında, o tarihlerdeki yalancı “kurt var” çağrılarının rolü var mıdır? Fakat Sovyetler toprak isteyince, batı ve izleyen yıllarda NATO kalkanı için demokrasiye bile razı olması, İnönü’nün milliyetçiliğinin, iktidar arzusunu yendiğini gösteriyor.

[9]“ DNA Diversity and Population Admixture in Anatolia”, Giulietta Di Benedetto, Ayşe Ergüven, Michele Stenico, Loredana Castrıİ, Giorgio Bertorelle, İnci Togan, and Guido Barbujani, American Journal of Physical Anthropology 115:144–156 (2001) ve “Mitochondrial DNA sequence variation in the Anatolian
Peninsula (Turkey)”, Hatice Mergen , Reyhan Öner and Cihan Öner, J. Genet. 83, 39–47 (2004) Bir başka araştırmada daha aynı sonuca varılmıştı: “Trading genes along the Silk Road: mtDNA sequences and the origin of central Asian populations.”, Comas D., Calafell F., Mateu E., Perez-Lezaun A., Bosch .,Martinez-Arias R. ve arkadaşları 1998 Am. J. Hum. Genet. 63, 1824–1838.

[10] Tek bir insan; fakat Cengiz Han’ın oğullarının, soyunun bu derece yayılmasında kendisinden daha etkili olduğu tahmin edilmektedir.

[11] “The Mummies of Urumchi”, Elizabeth Wayland Barber, W. W. Norton & Company (April 2000)