Salı, Mart 27, 2007

Ülkücülük

Rahmetli Galip Erdem Ağabeyimizin aziz hâtırasına:
”İç Türklere rağmen Milliyetçi,
dış Türklere rağmen Turancı,
Müslümanlara rağmen Müslüman
olabilen insan,
ülkücüdür!”


“Ülkücülük” kavramı bugünkü anlamını kabaca, 1969’dan sonra kazanmaya başladı.

Bazıları bunu birkaç yıl geriye bazıları ileriye götürecektir. (Daha ziyade ileriye...) “Ülkü”, muhakkak ki çok önce Türk Milliyetçiliği’nin kelime hazinesinde vardı. Belki de, “kızıl elma” kavramıyla yaşdaştır. Atsız Bey’in makalelerini topladığı ve uzun yıllar ders kitabı gibi okuduğumuz eserinin adı “Türk Ülküsü”dür.[1]

Yanılmıyorsam 1969’da, Türkiye’ye yönelen Sovyet saldırısına karşı Ankara’da KÜBİTEM (Kültür Bilim ve Teknik Merkezi) kuruldu. 1970’lere damgasını vuran yayınların, elit örgütlenmenin merkezinde bu kuruluş vardır. Stratejisinde, çeşitli kesimlerdeki Türk Milliyetçilerini ayrı ayrı teşkilatlandırmak vardı. KÜBİTEM’in her çekmecesinde yeni kurulan veya kuruluş safhasındaki bir derneğin evrakı bulunurdu. Bu çekmecelerden biri, “Ülkü Ocağı”nınkiydi. Kim tahmin ederdi ki, on yıl içinde bu çekmece bütün ülkeyi kavrayacak, hattâ yurt dışına, önce Avrupa’ya, daha sonra da Asya Türk yurtlarına uzanacak.

Bu çalışmalar her gün, bütün gün sürerdi. Bazen geceler, bazen sabahlardık. Fakat ilk arada gittiğimiz, fikir problemlerimize çözüm aradığımız ve moral bulduğumuz bir mekân vardı: Hafta Sokak’ta Galip Erdem Ağabey’in evi. “Yaşayan ansiklopedi”, “ayaklı ansiklopedi” klişe ifadelerdir. Galip Ağabey, öyleydi ama ansiklopedi gibi cansız bir bilgi deposu değil, o bilgi hazinesini aktüel problemlerimize uygulayan, yalnız gördüğümüz problemleri değil henüz algılayamadıklarımızı da tespit edip çözen fikir merkezimizdi .

1969’a kadar “ülkü” kavramı vardı ama bugünkü anlamıyla “ülkücülük” o günlerde doğdu.

Galip Ağabey’i 1997’de kaybettik. Türk Ocağı Mart 2007’de onun anısına “Ülkücülük ve Ülkücüler” konulu bir panel düzenledi. Panele katılanların bu kavramları anlayış ve anlatışı bir birinin tam aynıydı. Niçin? Çünkü oradakilerin hepsi, Hafta Sokak’tan geçmişti. On yılda gelişen şartlar içinde “ülkücülük” hepimizin aynı anlamı yüklediği bir kelime olmuştu.

* * *

En büyük toplum birimi “bütün insanlık”tan, en küçük birim “tek insan = ben”e kadar mensup olduğumuz iç içe nice çember vardır. Sınıf, ümmet gibi büyük topluluklar arasında “millet”i tercih edene “milliyetçi” diyoruz. Milletin çıkarını, “Ben”, “ailem”, “yakınlarım”, “sülalem” gibi daha küçük grupların çıkarlarının da üstünde tutabilenlere ise “ülkücü”... Belki bu tercih sırasında en büyük zorluğu taşıyan, hiç olmazsa ters örneklerin en çok olduğu kritik karar, şahsî çıkar ile milletin çıkarı arasında yapılan tercihtir. Milli menfaati, kendi menfaatinin üstünde tutmaktır. Veya Galip Ağabey için kullanılan, “fena filmillet”[2] yaşayışıdır. Nevzat Kösoğlu Galip Erdem’den de alıntılar yaparak şöyle anlatıyor:

“Galip Erdem için ülkücülük, bağlandığı bir üstün değerde kendini aşmak cehtidir. Dünya zevklerinden, bedenî hazlardan bu gaye uğruna vazgeçebilmek gücüdür. Bu tutumunla, kalabalık tarafından hor görülebilir, enayilikle suçlanabilirsin; bütün bunlara aldırmayıp devam edebilmendir. Budala da deseler, ‘varlığını aşan üstün bir gaye için mücadele edeceksin’.

“Dünyevî zevklerden geçmek kolay değildir, ‘Ama sen de, eğer nasibin varsa ve geçireceğin çetin denemeyi başarı ile sonuçlandırırsan, “ayrılık derdine dayanamamam” mânâsını anlayacak, bir başka alemin sırlarına açılan kapıdan girmene izin verilince, sahici mutluluğa ereceksin’ O zaman sokakları süpüren çöpçü de olsan, bütün kalabalıklardan daha üstün olduğunu göreceksin.

“Görüleceği gibi Galip Erdem, tam tasavvufî bir üslupta, kendini ülküsüne, yani milletine adamayı anlatmakta, tasavvuf tabiri ile, “fena filmillet” olmanın doygunluğundan ve yüceliğinden söz etmektedir. Bu bakımdan onu Türk milliyetçiliğinin ermişlerinden kabul etmek yadırgatıcı olmayacaktır.”

Ne kadar doğru. Özellikle “O zaman sokakları süpüren çöpçü de olsan, bütün kalabalıklardan daha üstün olduğunu göreceksin” ifadesi bize hemen Atsız’ın mısralarını çağrıştırıyor:

Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardından saatlerce yol giden,
İtler bile gülecek kimsesizliğimize.

Ülkücülükle klasik Türk tipi “sağcılık” arasındaki fark bu noktada beliriyor. 1940’lardan seslenen Atsız ile, ondan yirmi yıl kadar sonra yazan Galip Erdem’in, “okumuş adam, devlet kapısında memur olur” devrinden geldiklerini unutmamalıyız. Gerçekten ekmeğin hemen hemen sadece Devlet Kapısı’ndan kazanıldığı o zamanların Türkiye’sinde, önce hükümet değil de önce millet demek, adamı çöpçü yapmasa da en fazla, Süleymaniye Kütüphanesi’ne memur yapardı. Bu noktada rahmetli Tarık Buğra’nın sözlerini aktarmam lâzım: “Türkiye’de sağcılık demek; devletten menfaat sağlamak demektir.” Buğra bu fikrini bir yerde yazdı mı bilmiyorum...

Ülkücülük dervişlik midir?

O halde bir cins dervişlik midir ülkücülük?

Evet ve hayır... Evet dersem geniş bir kitleyi çok mutlu edeceğimi biliyorum ama buna rağmen aynı zamanda “hayır!”.

Derviş, daha büyük bir gaye uğruna kendini yok eder, fakat bunu millet için yapmaz. Son tahlilde, yine kendi aşkınlığı için yapar.

Kontrastı ortaya koyabilmek için, rahmetli Tahir Hoca’nın (Tahir Karagöz) bir Mevlevî derviş hikâyesini tekrarlamak isterim. Mahallenin kabadayısı, dervişliğe heveslenir ve en yakın Mevlevî dergâhına giderek intisap talep eder. Konuştuğu zât, kendisine bir sikke (Mevlevî külahı) verir ve, “Bunu başına giy; sana kim ne derse desin, ‘Eyvallah” de. Yarın da tekrar gel; bakalım bu iş sana uygun mu?” der. Başındaki sikkeyle dervişlik işareti veren namlı kabadayıyı görenler, artık bir zarar gelmeyeceğini bildiği için olmadık şakalarla takılırlar. Kahramanımızın hepsine cevabı, “eyvallah”tır. Derken işler karışır. Bir cinayetin faili olmaktan tutuklarlar. Öyle ya, mahallenin kabadayısı, “her zamanki şüpheli”dir. İddialara da “eyvallah” der.

- Sen öldürdün!
- Eyvallah.
- İdama mahkûm ediyoruz!
- Eyvallah.

Sabah sehpaya çıkar. Tam o anda gerçek katilin yakalandığı haberi gelir ve kabadayımız zor belâ serbest kalır. Doğru dergâhın yolunu tutar. Kendisine sikkeyi vereni bulur. Başından çıkarıp onun önüne koyar:

- Ben vazgeçtim. Al sikkeni....

Biraz durakladıktan sonra da işaret eder,

- Eyvallah’ı da içinde.

İşte ülkücü, bunun tam zıddıdır. Ülkücü, “eyvallahı olmayan” adamdır. Bu yüzden gerekirse çöpçü, gerekirse peşinden gülünen bir kimsesiz olur.

Ülkücü, milletinin çıkarı için, iktidara da, müdüre de, partiye de, başkana da ve belki en zoru, dünyayı onun gördüğü pencereden görmeyen topluma da eyvallahı olmayandır. Milletin çıkarı için düşündüğünü söyler; doğru bildiğini yapar. Batı’da buna “demokrasi” derler. Bizde ise bazen “hainlik” diyorlar. Galip Erdem’e de demişlerdi.

Ülkücülük isyankârlık mıdır?

Gerektiğinde evet. Yine Atsız’ı hatırlıyorum:

Bir gün sabrın tükenir, silahını kapınca,
Haykırarak çıkarsın yurdunun dağlarına.

Allah böyle bir gerek göstermesin ama 1969’un ülkücülerinin ataları, 1919’un ülkücüleri, işte tıpkı öyle yapmışlardı. Hemen tam yarım asır sonra, 1969’un ve 1970’lerin ülkücüleri de gerçekten onlara lâyık evlâtlardı. Brejnev doktrini bayrağı altında SSCB, Türkiye’de ilân edilmemiş bir savaş başlattı. Ve Türkiye buna sağlıklı cevabını verdi. Ne mutlu ki, Türk toplumunun kültür genetiği, tehlike anında milletini savunacak kahramanları çıkarabilen bir dokudur.

Şimdi “geri görüşlülük”le, “canım yoktu bir tehlike, zaten bir süre sonra SSCB çöküp gidecekti” demek biraz tuhaftır. 1919’un ülkücüleri için de, “Yunanlılar ilelebet Sakarya’da kalacak değildi ya. Onlar yüzmeyi sever; bir süre sonra İzmir’den kendiliğinden denize atlayacaklardı.” demek gibidir. Ne gariptir ki, “yoktu bir tehlike” diyenlerin içinde o günlerde Apo’ya, “devrimci genç” payesini verenler olduğu gibi, kurulacağına kesin gözüyle baktıkları Türkiye Sovyet Cumhuriyeti’nde iyi bir mevki kapmak için uygun çeyiz düzenler de vardı.

Fakat ülkücülük, isyankârlık değildir. Vatandaşlık sorumluluğudur. Kendisini ülkesinde olan bitene müdahaleye mecbur ve bundan sorumlu görmektir. Bu isyandan çok farklıdır. Tebaa olmanın tersidir. “Bu devlet benimdir” bilincidir.

Etkileme- etkilenme çemberleri

“Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı”[3] ile büyük etki yaratan Stephen Covey, Galip Erdem’den yirmi yıl sonra mensubiyet çemberlerine bir başka açıdan yaklaştı.

İç içe toplum çemberlerimiz bizi etkiliyor, biz de onları etkiliyorduk. Dünyada olup bitenin en kıyıda köşedeki insanı bile etkilemesine şimdi globalleşme deniyor. Bütün dünya bizi etkiliyor; Avrupa da, İslâm dünyası da, Türkistan da, Çin de. Milletimiz kesinlikle etkiliyor. Hemşerilerimiz, meslektaşlarımız, yakınlarımız, ailemiz... Bu etkilenme, değişik insanlar için değişik derecelerde olabilir. Fakat Covey’in kritik sorusu şu: “siz onları ne kadar etkiliyorsunuz?”

İşte etkili insan, bu iç içe çemberleri etkileyen insandır. En etkili insan en büyük çemberleri etkileyendir. Onlardan aldığı etkiden daha fazla etkileyendir. Mensup olduğu mesleği, yaşadığı şehri, milletini etkileyen. Ve daha ötedekileri...

Emperyalistler sömürüyor, iktidar saçmalıyor, Sabatayistler yönetiyor gibi garibanizmlerle kendini nelerin etkilediğini sayan değil, “peki sen kimi etkiliyorsun?” sorusuna gerçekçi ve olumlu bir cevap verebilendir “etkili insan”.

İşte ülkücü, milletinin çıkarı için etkileyen insanıdır. Fikir ve kanaat önderidir. Ve gerektiğinde de hareket önderidir.

Ülkücüler, toplumun elitleridir.

Elitlerin deveranı

Galip Erdem Wilfredo Pareto’nun “Elitlerin Deveranı” teorisini sık sık anlatırdı. Onuncu yıl anma toplantısında baktım; en az bu hatırlanıyor. Her halde “ileri milliyetçilik” kategorisine giren bir kavram olduğu için.

Elitler, toplumların tehlikeyle karşılaştıkları dönemlerde belirir. Rahat dönemlerde ise ortadan kaybolurlar. Kuruluş ve tehlike anlarının etkileyenleridir. Rahat zamanlarda bu işi başkaları devralır.

Ülkücülerle Pareto’nun elitlerinin birbirine ne kadar yakın kavramlar olduğunu anlatmama gerek yok. Pareto’nun aşağı yukarı çağdaşı sayabileceğimiz Tolstoy, Harp ve Sulh şaheserinde, arada sırada kahramanlar ve olaylarla okuyucunun arasında girip, ne olup bitiğini bir de doğrudan anlatır. “Ey kaari!” tipi bu kesintilerin bir tanesi sonlara doğru Kutuzov’un ölümünü açıklamak içindir. Tolstoy şöyle der: “Kutuzov’un görevi, Napolyon’u Rusya’nın dışına atmaktı. Napolyon, Rusya’dan def edildi. Böylece Kutuzov’un görevi sona ermişti. Bu yüzden Kutuzov öldü.” Elitlerin deveranının zorunlu uygulaması gibi bir şey!

Türkiye’ye Sovyet saldırısı def edildi. Mamak’takiler de hürriyetlerine kavuştular. Galip Ağabey’in görevi bitmişti. Bu yüzden Galip Ağabey öldü...

Pareto haklı çıkmamalı

Halbuki, ülkücüler görevlerini ihmal etmeseler, Pareto teorisi doğruluğunu kaybederdi. Tehlike geçtiğinde ortadan kaybolmak, bir icra kabahati değilse bile bir ihmal kabahatidir. Yarının tehdidini, bugünün ihmali doğurur ve ihmal, sonra yeni kahramanlara gerek duyulmasına yol açar.

Kahramanlar, kötü yönetilen toplumlarda ihtiyaç haline gelir; kötü yönetilen toplumlarda ortaya çıkar.

1919’un ülkücülerini ve kahramanlarını Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki kötü yönetim doğurdu. 1969 ve sonrasının kahramanlarını da 1960’ların kötü yönetimleri...

“Keşke her zaman iyi yönetilsek ve kahramanlara ihtiyacımız olmasa.”

İşte bu son cümlem, hatalı ülkücülüktür. Doğrusu: “Keşke her zaman iyi yönetsek de sonra kahramanlara ihtiyacımız olmasa”dır.

Elitler, her an iş başında olmak zorundadır.

Galip Erdem’in bir sözüyle bitirmek istiyorum. Hepimizi göreve çağıran bir ifade: “İç Türklere rağmen Milliyetçi, Dış Türklere rağmen Turancı, Müslümanlara rağmen Müslüman olabilen insan, ülkücüdür!”
____________________________
[1] Kitabın “Türk Ülküsü” ve “Türk Tarihinde Meseleler” başlıklarıyla ikiye ayrılması daha sonraki yıllara rastlar.
[2] Millet içinde benliğin yok olması anlamına gelen ve Galip Ağabey’e tam uyan bu tabir yine Türk Ocağı’nın düzenlediği birinci ölüm yıldönümü aklıma düşmüştü ve orada kullandım. Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem biyografisinde (Alternatif Yayıncılık, Ankara, 2002) yazıya dökerek ölümsüzleştirdi.
[3] Stephen R. Covey, “Seven Habits of Highly Effective People”, Free Press (1989) ve “Etkili İnsanın Yedi Alışkanlığı”, Varlık Yayınları (2001).
Millet ve Kültür’ü Tamamlarken- I

Teoriyle pratik

Haziran’dan bu yana, bu sayfalarda, Millet- milliyetçilik ve kültür konusundaki düşüncelerimi belli bir plan içinde okuyucularımla paylaşmaya çalışıyorum. Bundan sonra millet ve devlet ilişkisini ele almayı düşünüyorum. Bu yazıda bir durup, bugüne kadar söylediklerimi yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissettim. Millet ve kültür konusunu kapatmadan önce eksik kalan, daha bir açıklama isteyen noktalar kaldı mı diye...

Temel konuları ele almanın bir açmazı var... Temellere girdiğinizde zaman zaman aktüaliteden uzaklaştığınızı hissediyorsunuz. Tersine aktüalite ile ilgilenmeye kalkarsanız, yazdıklarınızın ömrü de onunla sınırlanıyor; yani aktüaliteyle. Değerli milliyetçi Kâmil Turan, yazdıklarının aylar içinde güncelliğini kaybettiğinden şikâyet etmişti ki onun dış politika olsun, çalışma hayatı olsun yazıları okuyucuyu bu konuların temeline götürürdü.

İki uç da doğru değil aslında. Teorisiz pratik, pratiksiz teori olmaz. (Bu da Mao’nun sözü sanırım.) Bilgi sahibi olmadan, kanaat sahibi olmak; kanaat geliştirmeye gerek duymadan bilgi sahibi olmak... Belki, “bilmeden düşünmek tehlikeli, düşünmeden bilmek faydasızdır” en güzel ifade!

Yazdıklarımı tarayınca gerçekten ihmal ettiğim konuların çoğunun bugünle yakın ilişkili olduğunu görüyorum. Dolayısıyla bu yazıyı, şimdiye kadar anlattıklarımın güncele uygulanması diye de alabilirsiniz.

Türkiye’de bölücülük ve Gellner’in millet oluşma mekanizması

Gellner’in millet ve milliyetçilik teorilerinin mükemmel olmadığını görmüştük. Hangi sosyoloji teorisi mükemmel olabilir ki? İnsan ve insanın kurduğu cemiyet bu kadar karmaşıkken... Fakat yine o teori bir yol haritasıdır. Öyle bir harita ki, falan yükseltiyi, filan vadiyi atlamış olabilir ama her şeye rağmen arazinin genel yapısını aksettiriyor.

Milletler kolay teşekkül etmiyor. Millet ile etnik grup katiyen aynı şey değil. Her etnik grubun sonunda bir millet olabileceği hayalden ibaret. Millet ise çok sayıda etnik gruptan teşekkül edebiliyor. Bugün dünyanın en güçlü milleti- üniter devleti A. B. D., buna en güzel misal. Dünyada millet sayısı yüze varamazken bir sayıma göre 5000’in, bir başkasına göre 7000’in üzerinde etnik grup var.

Gellner, milliyetçilikle endüstri çağına geçişi ilişkilendirir. Fakat millet teşekkülü için daha da ayrıntılı bir mekanizması vardır: Bir topluluk endüstrileşip zenginleşebilmek için başta dilin yer aldığı bir ortak yüksek kültüre tırmanmak zorunda. Bunu başaran millete komşu veya onun içinde yaşayan bir başka grup, bu ortak yüksek kültüre dahil olmada engelle karşılaşıyorsa, bu gerilim ikinciyi de milletleşmeye götürüyor. Bu engel tabiî ki kültür farklılığı ve en başta ve ağırlıklı olarak dil farklılığı; ama asıl unsur birincilerin ikinciyi itmesi, içine almaması. Öyle anlaşılıyor ki millet teşekkülü sadece bir grubun çekim gücünden değil, diğerinin itme gücünden de faydalanıyor.

O halde, bir bölücü hareketin geleceği var mıdır sorusu sorulduğunda biri teoriye, diğeri pratiğe dayanan iki ölçüt kullanabiliriz: Bir halk, bir başkası tarafından itilmekte, endüstri çağının nimetlerine kavuşması, endüstrileşen halkın içine girmesi yasaklanmakta mıdır? Bu Gellnerci mekanizmanın teorik ölçütüdür.

İkinci ve daha pratik soru da şu: O millet olacağı iddia edilenler daha önce üniter bir devlet kurmuş mudur?

Türkiye için iki soruya da olumlu cevap vermek mümkün değildir. Sosyoloji açısından iş burada biter.

Bu sorular sorulduğunda alınan cevapların ayrıntısı da üniter devletin stratejisini ortaya koyar: Bir an önce, sınırları içindeki bütün insanların ortak yüksek kültüre ve endüstri çağının getirdiği refah düzeyine yükselmesini sağlamak. Neyle? Her şeyden önce millî eğitimle ve sonra da medyayla.

Samimî kanaatim şudur: Türkiye televizyon yayınlarına 1960’ların sonunda değil de, Amerika ve Avrupa gibi 1940’ların sonunda ve 50’lerde başlasaydı bugün dış kaynaklı veya iç kaynaklı herhangi bir bölücülük hareketinin yapay solunumla bile yaşatılması mümkün olmazdı. İki tarih arasındaki farkın tam bir nesil ettiğine dikkatinizi çekerim.

* * *

Hemen farkına varılacak ikinci bir nokta, Türkiye- Avrupa ilişkileriyle ilgili. Avrupa’da merkezi ve çekirdeği teşkil eden iki ülke, Almanya ve Fransa, Türkiye’ye karşı net bir engelleme, itme politikası içindedir. Biraz sosyoloji ve biraz Gellner, bu itişin, Türk milliyetçiliğini yükselteceğini hemen görür.
* * *

Sosyoloji böyle söylüyor diye rahatlayalım mı? Kesinlikle hayır!

Sosyoloji, dünya siyasetinin gidişini belirler mi? Evet ve hayır... Bu biraz da “Evrim dünyada hangi canlıların hayatta kalacağını belirler mi?” sorusuna benziyor. Sosyologlar da evrim biyologları da inceledikleri sistemin başka sistemlerden izole olduğunu kabul ederler. Yani onların ideal deney grubu dışardan etki almamaktadır...

Altmış milyon yıl önce dünyanın hâkimi, çok sayıda türü ile dinozorlardı. Hangi evrim ve uyum teorisi gökten düşen bir meteorun onları yok edeceğini; onlardan geriye sadece kuşların kalacağını tahmin edebilirdi?

Amerikan yerlilerine birkaç bin yıl; hattâ belki birkaç yüz yıl daha verilseydi, onlar da buhar gücünü, çeliği keşfeder ve belki gemilere binip Avrupa’yı keşfe gelirlerdi. Ama öyle olmadı. Bütün bir kıta halkının yok edileceğini hangi sosyolog, hangi teoriyle açıklayabilir?

Hiçbir toplum, hiçbir medeniyet tek başına değildir. Bazen dış müdahale, sosyologların o çok sevdikleri iç dinamikleri darmadağın eder ve belirleyici olur.

İran’ın demokrasi olup olmayacağını sadece sosyoloji mi belirledi? Acaba İngilizlerin ricasıyla seçilmiş başbakan Musaddık’ı deviren ABD’nin ve CIA’nin bu yol çatağındaki etkisi nedir?

* * *

Kuzey Irak ekonomisi mi dediniz? Eski CIA istasyon şefi Robert Baer, Barzani’nin oğlunun ABD’den ricasını anlatıyor: “Sırf 100 dolarlık banknot gönderiyorsunuz. Biraz da bozukluk gönderin. Burada bir somun ekmek de, bir bisiklet de 100 dolara satılır oldu!”[1] Fakat genç Barzani’nin tavsiyesine uyulmadığı ve işgali izleyen 14 ayda 363 ton yeni basılmış 100 dolarlık banknotun Irak’ta “kaybolduğu” ortaya çıkıyor.[2]

Irak’ın geleceği, Irak toplumunun sosyal evrimiyle mi belirlenecek dersiniz? Irak’ın geçmişi sosyolojiye göre mi şekillendi?

Fakat, geri kalmış ülke aydınlarının düştüğü tuzağa düşüp, her şeyin süper güçler, istihbarat teşkilatları ve gizli cemiyetler tarafından planlanıp gerçekleştiği fantezisine de kapılmayalım. Sosyal yapı ne kadar âciz kalırsa kalsın, dış darbelerden sonra da rolünü oynuyor ve gücünü hissettiriyor. Tarihinde apartmanına yönetici bile seçememiş bir topluma demokrasi getirme çabaları, akıllı füzeler ve yüz dolarlık banknot balyalarının desteğiyle de gerçekleşemiyor.
_________________
[1] Robert Baer, “See No Evil- The True Story of a Ground Soldier in the CIA's War on Terrorism”, Crown- Random House (2002)
[2] The Guardian, 20 Mart 2006 ve aynı gazete, David Pallister, 8 Şubat 2007. http://www.guardian.co.uk/Iraq/Story/0,,1734939,00.html ve oradaki bağlantılar.