Dinin üç cephesi
Obama’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında söylediği, “Biz
Hıristiyan bir millet değiliz” sözüne hemen tepki geldi. Bush’un siyasî
danışmanı Karl Rove, “Türkiye ile Amerika’yı denk tutarak bu milletin
realitesini inkar ediyor... Türkiye, kamusal alanda dinin rolüne karşı belirli
bir tavır benimseyen bir ülke. Amerika’nın tavrı farklı. Biliyorsunuz, bizim
tarihimizde dinin kamusal alanda kuvvetli bir varlığı oldu. Bu gerçeği inkâr
etmek bence çok tuhaf.” dedi. Kafanız karıştı mı? Biz Batı gibi olmayacak
mıydık? Batı dinci de biz mi laikiz?
Yurt dışında öğrenciliğim sırasında Yahudi üstünlüğünü
savunan, her gün bunu ispat için bir örnek bulup anlatan bir arkadaşım vardı.
Yanlış hatırlamıyorsam adı Gelb’di... Teorik Kimya’cıydı ve üstünlük iddialarının
merkezinde teorik fizik ve kimya vardı tabiatıyla. Eh bu alanlarda da Gelb’e
misal olacak bol malzeme bulmak mümkündü. Gelb’in üstünlük inancı Hıristiyan,
Müslüman ve diğer Yahudi öğrenciler tarafından biraz alayla karşılanırdı.
Kendisi de kendisiyle alay ettiği için son analizde eğlenceli bir lâtife sürüp
giderdi.
Bir gün ben de Gelb’le biraz didişeyim istedim ve ‘bana bak’
dedim, “Yahudi aşağı, Yahudi yukarı ama bulduğunda domuz etini de götürüyorsun.
Şabbat, falan hak getire. Bu ne perhiz bu ne lâhana turşusu?” (Tam böyle
söylememişimdir her halde!) Gelb’in cevabı, her zamanki şakacılığından uzaktı
ve bir içe bakışı yansıtıyordu: “Ben”,
dedi “dinen pek iyi bir Yahudi değilim.
Ama kültür olarak Yahudiyim.”
Kültürün bir parçası olarak din, inanç olarak din ve -
iddiaya göre- devlet tarzı ve hukukun kaynağı olarak din... Ülkemizde laiklik-
dincilik tartışmalarının zirveye tırmandığı günümüzde taraflar dünyayı pek
basit görüyor. Dindarlık arttıkça laiklik gerilemekte veya laiklik yerleştikçe
din mevzi kaybetmekte... Gerçekten böyle mi? Laik devlet vatandaşlarına, “çok dindarlık iyi değil, daha az dindar
olun” tavsiyesinde mi bulunmalı? Gelb tek örnek değil. İlber Ortaylı, üç
nesildir vaftiz olmamış, fakat Hıristiyan kültürünün tam da ortasında yer alan
insanların arttığını yazıyor. Kötü şöhretli Huntington’ın ‘medeniyetler’
tasnifine bir göz atın: 1) Protestan-Katolik, 2) Ortodoks, 3) Müslüman... diye
gider. ‘Dinler’ değil, medeniyetler, yani Anglo-Sakson sosyoloji anlayışına
göre kültürler tasnifi diyor.
Kültürel olarak
dindar!
Din, hiç şüphesiz, kültürün önemli bileşenlerinden biridir.
Onu dil ve tarih şuurundan hemen sonraya yerleştirebiliriz. Bugün Türk halkında
genel olarak kültürün gerilediği doğrudur ama bu gerilemiş kültürde bile dinin
musikiyi, mimariyi, dili, genel tavır ve hareketimizi ne kadar etkilediğini
görebiliriz. Cami kubbeleri hâlâ çoktan bire doğru yükselir... Klasik
musikimizin önemli, belki de en önemli bölümü tekke ve bilhassa Mevlevî
bestekârların ürünüdür. Klasik edebiyatımız da öyle. Bugün bile turist
ağırlamağa kalktığımızda ilk aklımıza gelen, döner kebaptan hemen sonra, “dönen
dervişler”dir. Biraz daha derinleşirsek Yunus’u, Hacı Bektaş’ı, Hacı Bayram’ı
masaya getiririz.
Askerlerimiz hâlâ “Allah Allah!” diye taarruza kalkar.
(Piyade nizamnamesinde böyle yazılıdır.) Belki bilerek belki bilmeyerek, her
“hayırlı işler” dilediğimizde, her “maşallah” ve “inşallah”ımızda, minimal de
olsa dinimiz vardır. Bugün, bu “bilerek ve bilmeyerek”in “bilmeyerek” bileşeni
baskındır. Fakat bu şuur kaybı yeni değildir. Yahya Kemal, geçen asrın
başındaki sanatımızı, “naaş” (ceset) olarak nitelendirir:
“Bu naaş yeni edebiyat devrinden evvel bir vücuttu, o vücudun bir ruhu
vardı, o ruh bütün bir cemiyetti. İki şair bu cemiyetin ruhunu biri saraylarda
inşadla, biri kahve köşelerinde sazla tekrar o cemiyete terennüm ediyordu...
Söyleyenlerle dinleyenler bir nevidendiler. Şair bütün öteki sanatlara
bağlıydı. Divanını yazıp bitirdikten sonra hattata veriyordu, hattat o divandan
ta’lîk hattın son kıvraklığıyle bir sanat eseri daha yaratıyordu, mücellid
deriden, sahtiyandan temasın bir hazzına daha misal gösteriyordu, müzehhib,
gözleri arapkârî çizginin oyunlarıyle, zevkiyle bir daha kamaştırıyordu. Şairin
divanındaki şarkıları bestekâr birer makamdan besteliyor, Boğaziçi yalılarını,
Rumeli ve Anadolu’nun konaklarını neş’eden, hüzünden mestediyordu; gazellerini
hanende Kâğıthane’nin ve Osmanlı ülkesinin Budin’den Mısır’a kadar, semasına
yükseltiyordu; naatlerini naathan mevlidlerde okurken, bütün bir ümmet
zevkinden: ‘Allah!’ ve ‘Yâ Muhammed!’ nidasıyle kubbeleri inletiyordu. Şaire,
mimar, camilerinin, mescidlerinin, saraylarının, hanlarının, medreselerinin,
çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer ayırıyordu. Taşçı kitabe
taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkâk oyuyordu...”.
İlber Ortaylı, sanatın ötesinde, dünya görüşü ve
felsefesiyle “Müslüman adam” tipini inceliyor ve bu “tip”in İslamiyet
dünyasının tümünde daha eskilerde, Ortaçağ’dan sonra zayıfladığı ve nihayet
çözüldüğü değerlendirmesini yapıyor. Buna karşılık ateistinden komünistine
kadar “Hıristiyan adam”, “Yahudi adam” tipleri yaşamağa devam etmektedir. Yine
pek farkında olmadığımız bir gerçek, son asırlarda, kültürdeki Müslümanlık
adına ne varsa hemen tamamının veya en önemli bölümünün bize ait olduğudur.
Bizde dinciler de, kategorik olarak dine muhalefet edenler de bunun farkında
değildir. Duymağa alıştığımız ezanlar bize aittir. Hatta birçoğu Itrî’nin
bestesidir. Taklitleri çoktur ama mevlid bize aittir. Kandiller bize aittir ve
o hiç hoşlanmadığımız tarikatlar büyük çapta bize aittir. Bunların hemen
tamamı, İran ve Arabistan gibi ülkelerde yasaktır.
Dinin kültüre bu güçlü etkisi sürerken ortaya çıkan
şaşırtıcı bir özellik de bu etkinin katiyen dindarlarla, hattâ o dinin
mensuplarıyla sınırlanmamasıdır. Gelb’i tanıdığım yıllarda, aynı ülkede, beni “Akşam şerifleri hayırlar olsun efendim”
diye karşılayan Rum tütüncü de aynı kültür çemberinden sesleniyordu.
Ortaylı’nın belirttiği gibi, dindarından, ateistinden komünistine kadar bütün
bir Hıristiyan alemi bilerek veya bilmeyerek- ama çoğunlukla bilerek-
Hıristiyan kültür çemberinde yaşadığı gibi, bizim insanımız, hattâ diaspora Rum
ve Ermenimiz de bilerek veya bilmeyerek-maalesef çoğunlukla bilmeyerek-
Müslüman kültür çemberinde, daha doğrusu Osmanlı-Türk kültür
çemberindedir.
Millî
bileşenlerimiz
Millî kültürün bileşeni yönüyle dinin, hele bu kadar
inançlar veya inançsızlıklar üstü iken, laik, demokratik millî devleti tehdit
edebileceği düşünülemez. Tam tersine, bu dayanağı zayıflayan millî yapı dış
kültür taarruzlarına karşı savunmasız hale gelir.
Yaratan, yaratılan, ölümden sonrası... Yalnız mıyız? Bizi
bir koruyan, gözleyen var mı? Yasaklasanız da mecbur tutsanız da insanlar bu
soruları sorarlar. Şöyle veya böyle cevaplar verirler. Anlaşılıyor ki insan
ortaya çıkalı beri bu böyledir.
Yine anlaşılıyor ki bu sorulara en kapsamlı ve tatmin edici
cevaplar dinden gelmektedir. Kapsamlı oldukları muhakkak da, doğru cevaplar mı?
İşte burada inanmak veya inanmamak devreye giriyor. Bu tek tek insanları
ilgilendirir. Devletleri değil. Ferdin inancını terk etmesi için müdahale eden
devletler de oldu. Fakat bunlar, kendileri, komünizm gibi başka bir dinin
hâkimiyetindeki devletlerdi. Onların hedefi insanları dinden vazgeçirmek gibi
görünse de aslında, bir din yerine bir başkasını ikame etmeğe
çalışıyorlardı.
Resmen ateistiz
ama...
Tarih boyunca dine ve Tanrı veya Tanrılara inananların bütün
toplumlarda hep çoğunlukta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 1969 yılında,
mihmandarımız Polonyalı genç kıza, ülkenin dini yapısını sorduğumda aldığım
cevap hoştu: ‘Resmen ‘ateist’iz ama
çoğunluk Katoliktir.’ Şimdi Rusya’da bile resmî merasimleri kara cüppeli,
uzun sakallı Ortodoks papazlar takdis ettiğine göre resmî ile gayrı-resmî artık
aynıdır.
Fertlerin dinlerine bağlı olmasının devlete ve millete
getirdiği bir yük yoktur. Tersine, istikrar ve güvenlik için din, artı puandır.
Milletin zor günlerinde dinî inancın desteği açıktır. Çanakkale’den Millî
Mücadele’ye yakın tarihimiz bunun kanıtıdır. Barış zamanında da Tanrı ile
diyalogunu her an sürdüren, bütün dinlerin temelini oluşturan ahlâk, vicdan,
dürüstlük ve dürüstlüğün toplumda hâkim kıldığı güvenin kalkınmanın da etkili
bir bileşeni olduğuna dair sosyolojik delillere sahibiz.
Tanrı’nın hakkı
Tanrı’ya
Buna karşılık son asır gösteriyor ki, devletin tek tek
insanların dinine müdahale ettiği noktada ciddî problemler çıkmakta ve sonunda
devlet savaşı kaybetmektedir. Polonya’daki ‘resmen ateist’ düzenin yıkılmasında
Polonya asıllı Papa John-Paul’ün sadece varlığı bile dengeyi, düzene baş
kaldıran ‘Dayanışma’ sendikası lehine değiştiren ağırlıktı. Demokratik, laik
Türkiye Cumhuriyeti’nde fertlerin dinî inançları veya inançsızlıkları da
devleti tehdit eden veya devletin yönlendireceği bir husus olmamalıdır.
Doğru bilinen
yanlışlar
1.
Müslüman devletler, şeriat denilen, belli, tek
tip bir hukukla yönetilir. Başlangıçtan bu güne Müslüman ülkelerde devlet bu
esasa göre yapılanıp yönetilmiştir.
2.
Osmanlı da bu hukukla yönetilen teokratik bir devletti.
3.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve yasaları
şeriata ve İslâmiyet’e aykırıdır.
4.
Avrupa’da dinin karanlığı, daha az dindar, hattâ
laik olan Protestan hareketle yıkılmıştır. Dinde reform yapılmıştır.
5.
Batı laikliği iyice sindirmiştir ve bu yüzden
orada dinin devlete etki yapması tehlikesi kalmamıştır.
Bu maddeler, maalesef Türkiye’de kamuoyuna hâkim
yanlışlıkların kısmî listesidir. Belki “yanlışlık” yerine “baş aşağılıkların”
demek daha doğrudur. Çünkü bu hükümlerin her birinin hemen hemen tam zıddı
doğrudur:
Şeriat, İslâm hukuk usulüdür ve içinde gerek
İslâmiyetin yayıldığı coğrafyaların, gerekse Roma Hukuku’nun önemli katkılarını
taşır. İslâm Hukuku da tarih içinde Avrupa Hukuku’nu etkilemiştir.
Hıristiyanlık siyasî iktidardan uzak, hattâ siyasî iktidarın (Roma’nın)
yasakladığı bir akımdı. Bu yüzden “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı
Sezar’a” demek zorundaydı. Fakat iki gelişme ve Avrupa’nın siyasî yapısı din-
devlet ilişkisini tersine çevirdi. Önce Roma Hıristiyan oldu. Hıristiyanlık devlet
dini haline geldi. Sonra merkezî devlet çözüldü. Merkez, Konstantin’le
İstanbul’a taşındı. Batı Avrupa’da beş yüz civarında atomik siyasî merkez ve
Roma’daki Papa kaldı. Bu güç dengesi içinde dinî otorite öne çıktı; krallara
taç giydirir, sınırlara müdahale eder, ağırlığını koyduğunda ses getirir bir
konuma geldi. Adeta, Avrupa denilen un-ufak konfederasyonun yeni, fakat bu
sefer dinî Roma’sı rolünü oynadı. Din devletçikleri doğrudan yönetmese de, son
derece etkiliydi ve söylemde meşruiyetin kaynağıydı. Çoğu zaman gerçekte
de öyleydi. Çünkü Avrupa denilen güçler dengesinde Papa’ya muhalefet edip
egemenliği sürdürmek zordu.
İslâm, doğduğu günden itibaren siyasî iktidarın da sahibiydi ve her zaman devlet, dinin yapılanması ve teşkilâtlanması üzerinde son sözü söyledi. İslâmiyet’te bırakın dinin devleti yönetmesini, her zaman devlet dini yönetmiştir.
Fazlul Rahman, sık sık, “Kuran bir hukuk kitabı değildir.” hükmünü tekrarlar. Bu Kuran’ın eksik bir hukuk kitabı olduğu anlamında değildir. Kuran, hiç bir zaman bir hukuk kitabı olmak iddiasında değildir. Tıpkı bir tabiat bilimleri kitabı olmak iddiasında olmadığı gibi. Şeriat din değildir; din de şeriat değildir.
Tabiatı keşfetme de, hukukunu kurup düzenleme de insanın görev ve sorumluluğundadır. Çünkü ona akıl verilmiştir. Bunları insan, hak, adalet, vicdan ve insanî değerlere göre kendisi kuracaktır. Her bir İslâm ülkesinin hukuku ve hukuk uygulaması günün şartlarına göre farklıdır. Unutmayalım ki, bir İslâm iktidarını bir diğeri devirirken her ikisi de “şeriata” göre hareket etmekteydi. Biz Uzun Hasan’ın da, Mısır Memluklerinin de (resmi adıyla Türkiye Devleti’nin) üzerine fetva alarak yürüdük. Onlar da gayet şerî fetvalarla bizimle harp etti. Şerif Hüseyin ve İbn Suud, şeriat icabı bize saldırdı. Biz, hem de Halife ve Şeyhülislâm’ın direktifiyle ve şeriat icabı onlara direndik.
Ve İngilizler kazandı...
İslâm, doğduğu günden itibaren siyasî iktidarın da sahibiydi ve her zaman devlet, dinin yapılanması ve teşkilâtlanması üzerinde son sözü söyledi. İslâmiyet’te bırakın dinin devleti yönetmesini, her zaman devlet dini yönetmiştir.
Fazlul Rahman, sık sık, “Kuran bir hukuk kitabı değildir.” hükmünü tekrarlar. Bu Kuran’ın eksik bir hukuk kitabı olduğu anlamında değildir. Kuran, hiç bir zaman bir hukuk kitabı olmak iddiasında değildir. Tıpkı bir tabiat bilimleri kitabı olmak iddiasında olmadığı gibi. Şeriat din değildir; din de şeriat değildir.
Tabiatı keşfetme de, hukukunu kurup düzenleme de insanın görev ve sorumluluğundadır. Çünkü ona akıl verilmiştir. Bunları insan, hak, adalet, vicdan ve insanî değerlere göre kendisi kuracaktır. Her bir İslâm ülkesinin hukuku ve hukuk uygulaması günün şartlarına göre farklıdır. Unutmayalım ki, bir İslâm iktidarını bir diğeri devirirken her ikisi de “şeriata” göre hareket etmekteydi. Biz Uzun Hasan’ın da, Mısır Memluklerinin de (resmi adıyla Türkiye Devleti’nin) üzerine fetva alarak yürüdük. Onlar da gayet şerî fetvalarla bizimle harp etti. Şerif Hüseyin ve İbn Suud, şeriat icabı bize saldırdı. Biz, hem de Halife ve Şeyhülislâm’ın direktifiyle ve şeriat icabı onlara direndik.
Ve İngilizler kazandı...
Netameli
konular
Bugün modern dünya hukuku ile “İslam hukuku”
arasındaki en çarpıcı farklılıklar diye gösterilen, “recm” (zina yapan kadının
taşlanarak öldürülmesi- İran’dan sık sık bunun haberleri geliyor) ve “çok
eşlilik” gerçeği ortaya çıkarmak için acı misallerdir. Recm, Kuran’da yoktur;
Ahd-ı Atik’te vardır. Kitabı Mukaddes’i kabullenen dünya recmi yasaklamışken
“İslam Hukuku” bunu nasıl devam ettirebilir? Bir erkeğin evlenebileceği kadın
sayısını sınırlandıran ve tek eşliliği kuvvetle tavsiye eden ilk ve tek din
İslâmiyet’tir. Eski Ahid’de (Tevrat) Yeni Ahid’de (İncil) de çok eşlilik
olağandır. Hatta yüzlerce eşi ve bunlara ilaveten yüzlerce cariyesi olan mukaddes
kitap kahramanları da vardır.
Özetle, İslâm Hukuku ile Batı Hukuku’nu değil de İslam ülkelerinin şu andaki hukuku ile Batı ülkelerinin şu andaki hukukunu karşılaştırılırsa, birincide asırlar boyu donmuş, toplumun ve çağın gereklerine uyum sağlayamamış bir ‘hukuksuzluk’ görüyoruz. Farklı bir “hukuk anlayışı” değil. İsterseniz buna, “içtihat kapısının kapanması” deyiniz.
Özetle, İslâm Hukuku ile Batı Hukuku’nu değil de İslam ülkelerinin şu andaki hukuku ile Batı ülkelerinin şu andaki hukukunu karşılaştırılırsa, birincide asırlar boyu donmuş, toplumun ve çağın gereklerine uyum sağlayamamış bir ‘hukuksuzluk’ görüyoruz. Farklı bir “hukuk anlayışı” değil. İsterseniz buna, “içtihat kapısının kapanması” deyiniz.
Osmanlı
Devleti de hiç bir zaman “teokratik” bir devlet değildir. Zaten devlette
“kanun”, dünyevi hukukun ismi olarak kullanılmıştır. “Milletler”in, yani dinî
cemaatlerin farklı hukukları vardır ve bu hukuk ancak sulh mahkemeleri
düzeyinde cemaatlerin “şeriatlerini” yansıtır. Padişahların adıyla anılan
kanunnameleri hatıra getiriniz.
Ancak Osmanlı uygulamalarında, İmparatorluğun yapısı gereği İslâmiyet’i vurgular. Değer olarak ona atıfta bulunur.
Ancak Osmanlı uygulamalarında, İmparatorluğun yapısı gereği İslâmiyet’i vurgular. Değer olarak ona atıfta bulunur.
Reformun gerçek
amacı
Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve kanunları
İslamiyet’e zıt değildir. Tarih boyunca çeşitli Müslüman devletlerin hukuku ve
devlet yapısı bir birinden nasıl farklı idiyse, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı
ve hukuku da onlardan farklıdır. Tarihte bir birinden çok farklı yapı ve kanun
sistemleriyle yönetilen Müslüman devletlerde bu farklılığın izahı “ulul emr”,
siyasî otoritenin birincilliği, siyasî otoriteye itaat ilkesiyle kabul edilir.
Meselâ tek eşliliği öngören Medenî Kanun İslamiyet’e aykırı değildir. Çünkü
yukarıda belirttiğimiz gibi İslâmiyet, çok eşliliği sınırlar ve tek eşliliği
kuvvetle tavsiye eder. Buna karşılık “ulul emr”, tek eşliliği emrettiğinde ve
ulul emr’e itaat farz olduğuna göre, buna muhalefet nasıl
İslâmiyet’le bağdaştırılabilir[1]?
Protestanlık dine karşı değil, din için yapılan bir
harekettir. Laik değildir. Daha Hristiyan bir devlet düzeni arzusuyla,
Papalığın dine hakkıyla uymadığı gerekçesiyle başlatılmış, Katoliklikten daha
muhafazakâr bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Reform dinde değil, kilise
teşkilatında yapılmıştır. Daha doğrusu, Papalığın Avrupa’daki siyasî
hâkimiyetine son vermek için yapılmıştır. Papalığın siyasî ümmetçiliği yerine
daha dindar, fakat daha millî devlet yapılarının kapısını açmıştır.
Batı’da din ve devlet, birbirine bizdekinden
daha yakındır. Meselâ İngiltere, Norveç, İsviçre, İzlanda ve Yunanistan
devletlerinin resmî dini vardır. Özellikle son on yıllarda ABD’deki dinî söylem
etkisini arttırmıştır. Bundan, Batılı siyaset bilimcileri rahatsızdır. ABD
Başkanlığını yürüten G. W. Bush’tan iki misal: Başkan’ın 2003 yılı ‘Birliğin
Durumu’ konuşmasında 22 dinî atıf yapılmıştır. 2008’de Knesset’te Bush’un
yaptığı konuşma, İsraillileri bile şaşırtmıştı:
“Sonra
olanlar (İsrail’in bağımsızlık ilânından sonra olanlar) yeni bir ülkenin
kurulmasından öteydi. İbrahim, Musa ve Davud’a verilen çok eski bir sözün
yerine getirilmesiydi. Eretz Yisrael’in seçilmiş halkına bir vatan...
Hükümetlerimiz arasındaki ittifak kırılmaz bir bağdır; fakat dostluğumuzun
kaynağı, her hangi bir antlaşmadan daha derinlere uzanır. Halklarımızın ortak
ruhuna, Kitab’ın bağına, ruhun bağlantılarına gider.”
Obama’nın, “Biz Hristiyan bir ülke değiliz” sözlerine Karl
Rove’un tepkisi, ABD’nin bu gerçeğinden kaynaklanıyor. Millî kültürün bir
parçası olarak din, fertlerin aşkın inançlarının kaynağı olarak din ve devlet
siyasetinde din... Bu üç ayrı cephenin farkında olmadan ve sonuncusundaki
gerçek dışı, hattâ gerçeği ters yüz eden iddiaları değerlendirmeden tek boyut
üzerinde düşünürseniz doğruyu yakalamak imkânsız hâle gelir.
Bir uçta sözde din, din adına Türk milletinin ve onun millet
devletinin temellerine saldırı; diğer uçta “bu milleti çok seviyoruz da dini
problem oluyor” diyen ve yenilgiye mahkûm bir sözde laiklik.
[1]
Ulul emr konusunda yazdıklarıma, “iyi de hüküm, ‘sizden olan ulul emre itaat
ediniz’ şeklindedir” diye itiraz edilir. Unutmayın ki İslamiyet tarihinde bütün
fitnelerde karşı tarafın “bizden olmadığı” iddia edilmiştir. Dini ne olursa
olsun “teokratlar” Allah’a dayanarak hüküm verdiklerini, kendilerini tenkit
edenlerin de aslında Allah’a karşı geldiklerini iddia ederler. Bu yüzden
“İslamcı”larla fikir münakaşasına girmek mümkün değildir. Emevi Halifelerin
damgalarında, “Halifetullah”, yani “Allah’ın Vekili” yazardı. Halife’nin
Peygamber’in vekili anlamına gelmesi daha sonraki bir gelişmedir. Birincisi
gayet tabiî şirktir. Dündar Taşer’in kelimeleriyle: “Teokrasi, yani Allah
idaresi başımızın üzerine de vekaletle değil!”
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home