Çarşamba, Temmuz 18, 2007

Devlet: Kimin için?
Veya "Ne mutlu Türküm" dersem ayıp mı olur?

Ne yapmalı ve nasıl yapmalı sorularından önce mutlaka cevaplanması gereken soru "kimin için?"dir. Ancak kimin için sorusuna kesin bir cevap verebilirsek ne yapmak istediğimizie karar verebilir sonra da istediğimize nasıl ulaşacağımızı irdeleyebiliriz.

"Kimin için?"in cevabında terddüt varsa, kimlik problemi var demektir. Kimlik problemi tartışma değil, tedavi gerektirir.

Dünyanın diğer yerlerinde ve diğer toplumlarında millet biriminin ortaya çıktığı tarih üzerine münakaşa edilebilir. Tartışılmayan gerçek şudur: En geç 18. yüzyıldan beri çağın hâkim medeniyeti Avrupa'da (Kuzey Amerika dâhil), bu sorunun cevabı, "milet için"dir. Buna "millet devlet" diyorlar.[1] Devletler milletlerin teşkilatıdır. Milletin, dolayısıyla da devletin dayandığı hisse, sevgiye, "milliyetçilik" diyoruz.

Milliyetçilik kötü müdür? Cevap vermeden önce sormalıyım: "Kimin için?". Eğer bir bölgenin kaynaklarını sömürmek istiyorsanız veya o bölge insanlarının size direnmesinden, egemenliğinizi reddetmesinden endişeliyseniz, milliyetçilik kötüdür. Yok cevabınız "oradaki insanlar için"se, o zaman bu, "insan için oksijen kötü müdür?", "su kötü müdür?"e benzeyen saçma bir soru oluyor.

Hoş bir fıkra vardır: İspanya'da bir arenada boğa güreşi yapılmaktadır. Matadorun her güzel hareketinin ardından seyirciler bir ağızdan "Ole!" diye haykırmaktadır. Bu "Ole!"lerden bir süre sonra da koca arenada bir adamcağız tek başına "Ole!" diye bağırır. Başlar çevrilir, bütün arena, merakla bu adama bakar. Büyük oleleri izleyen tek kişilik ole birkaç defa tekrarlandıktan sonra, yakınındaki birisi dayanamaz, "Birader, niçin herkesten çok sonra ole diyorsun sen?" diye sorar. Adam cevap verir: "Siz matadoru tutuyorsunuz galiba. Ben boğayı tutuyorum da..."

* * *

İmparatorluktan millet devletine daha yeni geçtiğimizden midir, kendimize bile Batı merkezci gözlükle baktığımızdan mıdır, bizde de matadoru mu, boğayı mı tuttuklarından emin olmayanlar pek nadir değil.

"Batı merkezci gözlük"ten kastim "batının bu konuda düşündüğü gibi" demek değil. Çünkü batı millet devleti hakkında tıpkı benim gibi düşünüyor. Hayır, kastim şu: Onlar, bize bakarken, "Kendi millî çıkarları için" bakıyor ve tezahürat yapıyorlar.

Bazıları da hiç gerçekleşmemiş ve gerçekleşmiyecek müttehid bir "ümmet için" hareket halinde. Din birliğinin devletin birliğini sağlayacağı gerçeklik açısından da mantık açısından da tutarsızdır. "Bak sen de ben de müslümanız, gel birlikte yaşayalım"a verilecek pervasız bir cevap vardır: "Evet, elhamdülillah öyleyiz. Ama senin devletin var, benim yok. Bırak ben de devletimi kurayım, sonra komşu komşu yaşarız."

Nihayet, nevzuhur bir sosyal teori, "siyasî milliyetçilik" var. Buna Türkiye dışında rastlamadım. Kısaca şu: Devletlerin sınırları vardır. Bu sınırlar içinde yaşayanlar, "millet farkına bakılmaksızın" birdir, bütündür. "Farkına bakılmaksızın" redifi o kadar cazip ki, bu da sanki ılımlı ve doğru bir ifade gibi ortaya sürülüyor. Ne yazık ki, bu ifadenin doğru olduğu tek bir siyasî topluluk yok. İşte tam bu noktada, hiç de sürpriz olmayan bir taleple karşılaşırız: "Bu sınırlarları niçin böyle çizdiniz? Şu kalemi ver de ben bir daha çizeyim." "Siyasî milliyetçilik" anlayışının, son zamanların ABD modası "millet inşası"[2] ile ne kadar da uyuştuğu açıktır.

* * *

1970'lerde milliyetçiliğin en katı muhalifleri komünistlerdi. Toprağı bol olsun, bu ideoloji, milletin bir burjuva kurumu olduğunu, asıl bağlayıcı gücün dünya proleteryasının birlik hissinden kaynaklanacağını savunuyordu. İkinci dünya harbinde Alman proleteryası Rus proleteryasını öldürmeye ve Rus topraklarını işgal etmeye başlayınca biraz aydınlandılar ve "sosyalist vatanseverlik" icad edildi. Komünizm inancının son sığınaklarında, hâlâ "vatanseverlik", milliyetçiliğin makbul tarzıdır. Ancak burada hafif bir etimoloji yapmak, Türkçe'ye "vatanseverlik" diye çevirdiğimiz bu kavramın aslının "patriotism" olduğunu söylememiz gerekiyor. "Patria", vatan demektir ama "baba" kökünden türer. Yani "baba vatanı"... Vatanseverliğin latincesi millet öncesi etnik çağrışımlarla yüklüdür.

Birkaç ay önce bir televizyon kanalımızda "Yükselen Milliyetçilik" başlığıyla bir program yayınlandı.[3] Programın sunucusu ve yapımcısı, stüdyoya "milliyetçi" numunesi olarak seçtiği kişileri dizmiş, kendisi, bir arkadaşı ile "bunlar" hakkında konuşuyor. Bir grup akıl hastasını kliniğe dizmiş de onlar hakkında bir başka hekimle konsültasyon yapan psikiyatr edasıyla... Program boyunca "denekler"e ilginç sorular soruldu ve kapanış yine aynı mizansenle yapıldı. Sunucunun ve konsültan anti-milliyetçilerin kapanış dilekleri şöyle idi: "İnşallah on yıl sonra da böyle bir program yapmak zorunda kalmayız."

Öyle ya, birkaç asırdır bildiğimiz gibi artık milliyetçiliğin sonuna gelinmiştir. Önce sosyalizm, şimdi de Büyük Orta Doğu projesi ve Bin Ladin; hepsi birden bunun kesin böyle olduğunu söylüyor.

Kanaatimce ülkemizde kıtlığı bulunmayan bu sunucu ve benzerlerinin durumu boğayı tutan seyirciden daha vahimdir. Boğaya acımayı gayet iyi anlarım ve ben de belki boğayı tutarım. Ama bu insanlar, milliyetçiliğin zevaline cidden inanıyorlar. Ve bunu doğru ve tek doğru bellemişler. Dünyanın da böyle düşündüğüne inanıyorlar. Bu olsa olsa dünyanın düz olduğuna veya güneşin dünya etrafında döndüğüne inanmaya benziyor.

Batı medeniyetinin "milliyetçiliğin sona ereceği"ne dair bir fikri veya inancı yoktur. Çünkü batı medeniyeti gerçekçidir. Pragmatiktir. Olsa olsa, kendisine en çok milliyetçilikler direndiği için onların sona ermesi arzusu vardır. Hiç olmazsa bir süre için.

Şimdi "batılı otoriteler"den birkaç alıntı yapalım:

"...bu yeni kültür tekliği[4]... milliyetçiliğin tam da ruhudur... dünya tarihinde ilk defa bir Yüksek Kültür... toplumun tamamına yaygın ve işleyen bir kültüre dönüşür... Devlet yasal şiddet tekelinin sahibi olmakla kalmaz, aynı zamanda eğitimin geçerliliğinde ve derecelendirilmesinde de tek yetkili haline gelir. Böylelikle devlet ve kültürün evliliği gerçekleşir ve kendimizi Milliyetçilik Çağı'nda buluruz. Ortalama insan için kültürünün sınırları, aynı zamanda iş bulabilmesinin, cemiyet tarafından kabul edilmesinin, saygınlığının, etkin katılımının ve vatandaşlığının da sınırlarıdır."[5]

"Peki, bölgede bir veya daha fazla şuurlu millet varsa ve bunlar devlet-kültür uyumunda yer almıyorlarsa ne olur? Gellner'e göre, 'Yeni sosyal rejimde bu gittikçe daha rahatsız edici bir hal alır. O zaman rahatsızlığın giderilmesi için iki seçenek vardır: Ya kültürlerini değiştirirler, yahut da siyasî birimin yapısını'"[6]

"Birden fazla milletin barındığı bir ülkede hür müesseseleri yaşatmak hemen hemen imkânsızdır. Aralarında dayanışma bulunmayan insanlar, özellikle de farklı dillerde okuyor ve konuşuyorsa, işleyen temsil mekanizmaları için gerekli kamu oyu birliği sağlanamaz."[7]

"...demokrasi, arka plandaki bir tek şartla başlar: Millî birlik... Millî birlik, demokrasileşmenin diğer bütün evrelerinden önce gelmelidir."[8]

"Demokrasi süreci, 'çoğunluk ilkesi' kadar önemli bir başka kabulde daha bulunur: Bir toplum birliği."[9]

"Sosyal adalet politikalarında başarılı demokratik devletler, birleştirici bir kimliğe sahiptir... bundan ötürü, sosyalistler 'millet devleti'ne, klasik liberallerden daha sıkı sarılmalıdır... siyasî karar merkezleri, tek bir millî grubu kapsıyorlarsa daha etkindirler."[10]

"Komünizm sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli olmamız gereğini gösteriyor. Komünist siyasî sisteminde sekiz Avrupalı devlet vardı. Bunlardan beşi üniter devletlerdi (Macaristan, Polonya, Romanya, Arnavutluk ve Bulgaristan). Üçü federaldi (Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Çekoslovakya). Mucizeler yılı 1989'dan yedi yıl sonra bu beş üniter devletten beşi de hâlâ üniter devletlerdir. Üç federal devlet 22 devlete bölünmüştür. "[11]

* * *

Peş peşe "Batılı otoritelerden alıntılar"ın bir tezi ispatlamayacağının farkındayım. Dikkat çekmek istediğim, beni samimiyetle meraklandıran nokta başka: Onlar "milliyetçiler"e, arenada boğaya tezahürat yapan birkaç meczup muamelesi yapıyor. Halbuki, dünya arenasında asıl marjinal olan kendileri. İnsanlar nasıl oluyor da bu denli farklı dünyalarda yaşayabiliyor; gerçeklerden bu kadar kopabiliyor?

Avrupa Birliği'nde birden fazla ülke, sokakta millî dilin dışında bir dilde konuşmayı yasaklıyor. Hollanda, 24 yaşın altında Hollandalı'ların yabancı eş getirmelerini kanunla men ediyor. Almanya, Türk asıllı Alman vatandaşlarının Almanca bilmeyen eş getirmelerini yasaklıyor. Alman kültürü sınavını zorunlu tutuyor.

Bugün Türkiye'de millî devletin ve milliyetçiliğin baş karşıtları komünistler değildir. Komünizm diye bir tehlike kalmamıştır. Komünizm tehlikesi ancak "Moğol istilası tehlikesi" kadar ciddîdir. 1970'lerden kalma "bilimsel sosyalist tarikat mensupları" hâlâ hayatta olsalar dahi... Bugün, üniter devletin en ciddî düşmanları etnik ırkçılık ve ümmetçi enternasyonalizmdir. Bu iki tehdit, bazı Batılıların kendi millî çıkarları için düzenledikleri siyasî planlara da yer yer yardımcı olmakta ve onlar tarafından kullanılabilmektedir.

Bu objektif durum karşısında, "Ne mutlu Türküm diyene" ifadesi çağdaş millet anlayışının en masum ve tabiî söylemidir. Demokrasi, milliyetçiliğin ve millî çıkarın kesin icaplarındandır. Bunu bir yere yazdıktan sonra, Türk Ordusu'nun "Ne mutlu Türküm diyene" ifadesinin arkasındaki sağlam duruşununun Türk millet devleti hesabına yazılacak güçlü bir irade beyanı olduğunu kabul etmek gerekir. Kürsülerdeki eski "bilimsel sosyalist tarikat" kalıntılarını ayrı tutarsanız, insanların bayraklarını kapıp geldikleri dev mitingler de basbayağı milliyetçi hareketlerdir. Bazı milliyetçiler bu mitinglerden uzak düştüyse, kusuru kendilerinde aramalıdırlar. Milliyetçi fikir insanlarından bu mitinglere sadece taraftar olmayı değil, öncülük etmeyi, tertipçi olmayı beklemek hakkımızdır. O sevilmeyen kürsülerde onlar olmalıydılar. Niçin olamadıklarını dikkatle irdelemeleri gerekir.

Televizyon programıyla başladım, televizyon programıyla bitireyim:

Genel Kurmay'ın, "Ne mutlu Türküm diyene"li bildirisini irdelemeye, televizyonlarımızın en kaliteli fikir programlarından Taha Akyol'un CNN- Türk programına Akyol ve Altan Öymen çıktı. Ortamı ve Genel Kurmay bildirisini konuştular. Söylediklerinin çoğuna katılmamak elde değil. Fakat iş "Ne mutlu Türküm diyene"ye gelince, kendimi daha önce sözünü ettiğim programı seyrediyor gibi hissettim. İkisi de mealen, "cık cık cık, bu da çok fazla" diyorlardı. Niçin?

"Niçin?" sorumda çok haklıyım, çünkü etnik ırkçılıkla pasaport vatandaşlığının arasında koskoca bir "millet" olgusu vardır ve "Ne mutlu Türküm diyene" işte tam bunun merkezine işaret etmektedir. Bugünkü dünyanın anladığı millet ve devletin temelinde de bu anlayış vardır. Yoksa etnik ırkçılık, pasaportla sınırlı vatandaşlığın bir milimetre altından mı başlıyor? Millet diye bir olgu hiç mi dünyaya gelmedi? Türkiye uluslararası bir hava alanının transit salonu mudur? (Bakın burada bile "uluslar" arası demek zorunluğu var.)

Devlet ne için? Pek tabiî millet için.
____________________________________
[1] Burada bizde daha sık kullanılan şekliyle "millî devlet" yerine terimin aslını, "nation state"i kasten kullandım. "Millî devlet", bu sanki bir tercih meselesiymiş nüansını taşıyor. Halbuki "millet devlet" oluşumun doğallığını daha iyi yansıtıyor. Belki Türkçe'de "millet devleti" demek daha doğrudur.
[2] Millet inşası = "nation building". Bu kavrama tekrar dönmek gerekir.
[3] NTV'de Can Dündar'ın programı.
[4] kültür "homojenliği"
[5] Hamish Hamilton, "Conditions of Liberty", Londra (1994) 105- 8
[6] A. g. e., sayfa 108.
[7] John Stuart Mill, ilk basım: “Considerations on Representative Government", Londra 1861. Şimdi, J. S. Mill, "Utilitiarianism, On Liberty, Considerations on Representative Government", Londra (1993), sayfa 207.
[8] Dankwart Rustow, ‘Transitions to Democracy: Towards a Dynamic Model’, Comperative Politics, cilt 2, 1970, sayfa 350-51
[9] Robert A. Dahl, "Democracy and its Critics", New Haven, 1989, sayfa 207.
[10] David Miller, "On Nationality", Oxford, 1995, sayfa 90-3
[11] Alfred Stepan, “Modern multinational democracies: transcending a Gellnerian oxymoron", "The State of the Nation, Ernest Gellner and the Theory of Nationalism, editör:John E. Hall, Cambridge University Press (1998) kitabında, sayfa 227. Daha önceki alıntılarımın kaynağı da Stepan'ın bu makalesidir.