Cumartesi, Mayıs 20, 2006

Globalleşme çağında
milliyetçilik ne olacak?


“Globalleşme karşısında milliyetçiliğin geleceği var mı?” Böyle çok derin gibi görünüp de aslında pek fazla anlam taşımayan klişeler neye yarar?... Meselâ, altını aynı boşlukta lâflarla doldurursanız, akşamdan kalma bir köşe yazarının fıkrası oluverir...

Milliyetçilik mesleğinde 45 yılı devirdim. Çok şey değişti gerçekten. 45 yıl önce söylense inanmayacağımız gelişmeler oldu. Ama bazı şeyler de hiç mi hiç değişmedi. Bunlardan biri “... çağında milliyetçiliğe ne olacak?” sorusu. (Bir başkası da, “Türk olmayan müslümanlar müslüman olmayan Türk denize düşse hangisini kurtarırsın?” 45 yıldır yüzme öğrenemedi bu kaabiliyetsizler.)

“... çağında milliyetçiliğe ne olacak?” Sorunun başına çeşitli ifadeler kondu. “Endüstri çağında”, “Atom çağında”, “Füze çağında”, “Uzay çağında”. Davetiye çıkarılan cevap genellikle, “eh çağ bu kadar değiştiğine göre milliyetçiliğin de modası geçmiştir” idi. Veya milliyetçi hassasiyetle, “Eyvah ne yapacağız şimdi? Bir aklı evvel çıksa da bize ne yapacağımızı söylese!”

Değişim ve gelecek hakkında birer gerçeği biliyoruz: Birisi değişimin gittikçe hızlandığı. İkincisi, geleceğin tahmin edilemediği. Farkında mısınız, meselâ “füze, atom ve uzay çağları” hiç gelmedi! Endüstri çağı da biz endüstrileşemeden gelip geçiverdi. Daha yirmi küsür yıl önce Asya Türkleri’nin bağımsızlığı tehlikeli bir hayal perestlikti. Dünya hızla Kuzey Kutbu’ndan Antarktika’ya komünist olma yolundaydı ve “aydınlarımız” bu yeni dünyada yerlerini almaya çabalıyordu. Bunların bir kısmı şimdi, eski bir okuldan geçmiş yıllarda mezun olmuş pimpon ihtiyarların pilav, aşure günlerindeki gibi toplanıp nostaljik takılıyorlar. Bari Küba ve Kuzey Kore’de de iş işten geçmeden Kastro’yla Kim Jong Il’i davet etseler.

* * *

Geleceği bilemiyoruz. Ama dünü ve bugünü kavrayabiliriz.

Öyle son beş, on veya kırk yılda değil, medeniyetin binlerce yıllık uzun perspektifinde bilgi miktarı ve bilginin akış hızı artmaktadır. Zaten medeniyet de büyük çapta bilgi birikimi ve akışından ibarettir. Bu birikim sabit bir hızla değil, bilimde “üstel” denilen şekilde artmaktadır. Yani, 1- 2- 3- 4- 5 diye değil, 1- 2- 4- 8- 16 diye... Üstel artışın kavranabilmesi için iki misal vereyim: 1960’lardan bir istatistik: “Dünya tarihindeki toplam bilim adamlarının yarısından çoğu bugün hayattadır!”. On sene öncesinden bir istatistik: “Gutenberg matbaayı icad ettiği tarihte dünyada bulunan bütün yazılı eserlerdeki yazı miktarı, New York Times Gazetesi’nin Pazar sayısındaki yazı miktarından azdır.”

Bu gelişmenin bugün geldiği noktada “enformasyon çağı”ndan söz ediliyor.[1]

Tarım, biliyorsunuz bizim bölgemizde, Doğu Akdeniz, Mezopotamya ve Torosların Kuzey’inde (Çatal Höyük) keşfedildi.Tarım bilgisinin bir insanın yürüyerek gidebileceği Trakya’ya ulaşması 2000 yıl sürdü.

Daha yüz yıl önce İngilizler, Osmanlı ile savaşa girdiklerini Hindistan müslüman topluğundan bir süre saklayabilmişti. Sonra da Halife’nin, İslam düşmanları tarafından esir alındığını, İngilizler’in de onu kurtarmaya çalıştığı propagandasını yapabildiler.

Bugün savaşları canlı yayında seyrediyoruz.

Tom Friedman bir kitabında, Tokyo’da oteldeyken, depremle sarsıldığını; ne olup bittiğini anlamak için televizyonu açtığını; Japon kanallarında bir hareket görmeyince CNN’e döndüğünü ve spikerin heyecanla “Tokyo’da deprem” haberini verdiğini anlatıyor. Bin kilometreyi 2000 yılda alan bir haberleşmeden, saniyede 40 000 kilometreyi birkaç kez dolaşan bir hıza çıkılmış.

Oğlum Hawaii’de. Aramızda 13 saat fark var. Geçen gün telefon etti ve Tonga’da 9 şiddetinde deprem olduğu haberini verdi. İlk reaksiyonum, “eyvah, tsunami size gelmesin” idi. Ben çok mu akıllıyım da Tonga’nın Pasifik’te olduğunu biliyorum? Yoo. 2000 yıl başı kutlamalarında, yeni yıla ilk giren ülkenin Tonga olduğunu hatırladım sadece. Plajda mızraklarını sallayarak yeni bin yılı kutluyorlardı. (Tabi bir de İnternet’in “to” ile biten ülke uzantısı da Tonga’nın. Haşmetli Tonga Kralı’nın bir gelir kalemi bu uzantı.) Bu konuşmayı izleyen beş dakika içinde Google’ın dünya haritasından Tonga’yı, Hawaii’ye uzaklığını, asıl tehlikenin Yeni Zelanda’yı tehdit ettiğini gördüm. İki saat sonra da Google Desktop, tsunami alarmının kaldırıldığı haberini geçti. Dalga oluşsaydı Hawaii’ye varması 12 saat sürecekti.

* * *

Malûmat anında her yerde. Dünyanın her köşesinin her köşesinden anında haberi var. Buna enformasyonun hızlı, sürtünmesiz dolaşımı deniyor. Buna bir de paranın, mal ve hizmetlerin ve nihayet insanların, sürtünmesiz ve hızlı dolaşımını eklerseniz ortaya çıkan manzaraya “globalleşme” deniyor. Malûmat, para, mal ve hizmetler ve insanlar. Hızlı ve sürtünmesiz dolaşımın gerçekleşmesi de bu sırayla. En hızlı ve sürtünmesizi enformasyonun dolaşımı; insanlarınki en arkadan geliyor; ama geliyor... Ülkeler, kendi avantajlarına gördükleri dolaşımları, “medeniyetin gereği”, “kaçınılmaz” diye etiketlerken, işlerine gelmeyenlere de engel olmaya çalışıyorlar: Bakınız: ABD’nin Meksika sınırına Amerikan setti örmesi.

Ben bu satırları yazarken ABD’de çekirdek tüketici enflasyonu % 0,2 beklenirken %0,3 çıktı diye bizim para, borsa ve tahvil fiyatları tepe taklak gidiyor. Çünkü malûmat anında geldi ve para anında çıktı.

Bunlar geleceğin tahmini falan değil. Şu anda yaşadıklarımız.

* * *

O halde soru şu olmalı: Enformasyonun hızlı, sürtünmesiz ve yaygın dolaşımı, milliyet duygusunu azaltır mı, arttırır mı?

Rahmetli Nejdet Sancar Hocamız, bir çok konuşmasına, “Atı erken ehlileştiren Türkler, dünyada farklı milletlerin bulunduğunu da erken kavradılar. Bu yüzden Türk destanına göre insanlar, bir ağacın dokuz dalında dokuz ayrı millet olarak yaratılmıştır.” diye başlardı. Göktürk kitabelerindeki milliyet duygusunun, o çağın dünyasının her yerinde yaşanmadığına şüphe yok. Yerleşik toplumlarda milletten önce aile, klan, kabile bağlarının oluştuğu ve bunların uzun sürdüğü gerçektir. Başka milletleri tanımayan, kendisininde bir millet olduğunu fark edemez. Milliyetçilik ve millet, ancak toplumların bir biriyle yoğun temasının başladığı asırlarda ortaya çıktı. Türkler muhakkak ki erken milletleşmede bir istisnadır. Çünkü insanlık tarihinin dört atlı medeniyetinden bir buçuğudur.[2]

Ancak konumuz bu öncelik meselesi değil. Konumuz, insanlar arasında temasın yoğunlaşmasıyla millet denilen sosyolojik olgunun belirdiği ve milliyet duygusunun kuvvetlendiği, öne çıktığı... Nesiller boyu köyünde, çiftliğinde oturan insan mı milletinin, milliyetinin farkındadır; önce gazeteden, sonra radyodan, sonra televizyondan ve en sonunda da İnternet’ten anında dünyayı izleyen, dünyadaki bütün insanlarla ilişki kurabilen insan mı? “Sizi, birbirinizi tanıyasınız diye kavimler halinde yarattık” ayeti kerimesinin tersinden okunuşu da doğru galiba: Kavim olabilmek için birbirinizi tanımanız gerekir!

Sadece tanımak değil, etkilemek, etkilenmek, rakabet, alış veriş... Her şey, her millete hem diğerlerini, hem kendisini tanıtıyor. Millet denilen toplum birimi ve milliyet duygusu, hiç bir dönemde 21. asrın başındaki kadar güçlü olmadı dünyada. Milletlerin karşılıklı bağımlılığı da rekabeti de...

Daha iki gün önce, Türkiye, Fransa parlamentosuna verilen bir Ermeni teklifinin akıbetini izliyordu. Olumsuz karar çıkarsa Fransız mallarını, şirketlerini boykot kararlılığıyla. Boykotu hükümet değil, halk gerçekleştirecekti. Hatta uygulama başlamıştı bile. Akşama doğru teklifin kadük kaldığını öğrendik ve gergin bekleyiş sona erdi. Aksi taktirde 9 milyarlık bir ticaret hacmi düşecek... Fransa’nın canı yanacak, Türkiye’nin de. Böyle bir bekleyişin, bütün toplumu saran etkileşimin, bırakın asırlar öncesini, yirmi otuz yıl önce gerçekleşmesi mümkün müydü? Milletler arası ilişkiler dış işleri bakanları arasında olup biterdi. 20. asır nasıl “topyekûn harp” kavramını getirmişse, 21. asır da “topyekûn dış işleri”ni getirdi. Milletler arası etkileşim yoğunlaştıkça milliyet duygusunun artmasını mı azalmasınız mı beklersiniz? Bu küçük bir örnek. Benzerlerini yaşıyoruz ve gittikçe daha sık yaşıyacağız.

* * *

Bu bir... 21. asırda en az “globalleşme” kadar açık bir gerçek daha var. Şimdi dikkatinizi ona çevirmenizi istiyorum: Soğuk savaşın bitişi.

* * *

Yirmi- otuz yıl öncesi olmalı. Ustaca çizilmiş bir karikatür hatırlıyorum. Sovyet diktatörlerinden biri, Hruşçef miydi, Stalin miydi emin değilim; “hür dünya” liderlerine uzun bir kamçı sallıyor. ABD, İngiliz, Fransız başkanlarına, başbakanlarına... Kamçı etraflarını birkaç tur dolamış, onları birbirine sıkı sıkı bağlamış. Liderlerden birinin sözü karikatürün alt yazısıdır: (Gülerek) “Galiba bizi ayırmaya çalışıyor.”

1945’ten başlayarak, fakat 1950’ye gelindiğinde bütün şiddetiyle iki kutuplu dünya ortaya çıktı. Doğu bloku Kızıl Ordu ve uydu rejimler sayesinde birlik oluşturdu. Batı bloku ise Doğu’nun tehdidi sayesinde. “Hür Dünya”, içindeki çekim gücüyle değil, doğu blokunun yarattığı itiş gücüyle bir araya geldi. Karikatürdeki kamçının birleştirici itişiyle. Türkiye’nin Kore’ye de, NATO’ya da Stalin’in boğazları istemesiyle koştuğunu hatırlamak yeter.

Blokların liderleri, ABD ve SSCB, müttefik ararken seçici değillerdi. Güzel çirkin aramazlardı. Demokrasiymiş, diktatörlükmüş, kültürü uygunmuş, değilmiş hiç önemli değildi. Tek ölçü, “ondan olmasın da benden olsun” idi. Ne Kopenhag kriterleri vardı, ne Vaşington, ne Moskova kriterleri. “Düşmanımın düşmanı, dostumdur; düşmanımın dostu, düşmanımdır!” Nükleer silah tehdidi ile bir arada duran bir dünya düzeni (bir asır önce olsaydı “nizam-ı âlem” derdik).

Bu düzen 9 Aralık 1989’da, Berlin Duvarı ile birlikte yıkıldı. Bu tarihten sonra meydana gelen yeni “nizam-ı âlem” tek kutuplu mudur, çok kutuplu mudur, kutupsuz mudur; bunlar o kadar da kritik sorular değil. Ama ortada duran bir gerçek var: Dış itişin yarattığı milletler ötesi ittifak artık yoktur. Bloklar, ipi kopmuş tespih taneleri gibi dağılmıştır. Özellikle “Hür Dünya”, kendisini bir arada tutan bir yayın birden boşalmasıyla, değil 1945’e, sanki 1920’lere dönüvermiştir. Huntington, 1989’dan bu yana “Hür Dünya” tamamlamasının, devlet adamları tarafından kullanılma sıklığının istatistiğini tutmuş.[3] Bu tamlamanın birkaç yıl içinde gittikçe nasıl seyrekleşip ortadan kalkıverdiğini gösteriyor. Biz de “stratejik ortaklık” tamlamasının akıbetini düşünsek iyi ederiz.

Bu yeni dünya düzeninde ABD, Fransa, Rusya, İngiltere, Almanya; saymaya arzu ettiğiniz kadar devam edin; artık öz be öz kendileridir. Sevr’den bahsetmek “paranoya” deniliyor ama şu bir gerçek: Yeni dünya düzeninin aktörleri, Sevr çağındaki tutum ve çıkar hesaplarından çok uzak bir noktada değildir. Nükleer dehşet dengesinin yarattığı tolerans ve “diğergâmlık” yok olmuş, herkes kendi millî çıkarının hesabını, serbestçe, tam merkeze almıştır.

Tom Friedman, Leksus ve Zeytin Ağacı kitabında, ABD Dış İşleri Bakanı ile Suriye Devlet Başkanı (şimdiki oğul değil, baba) arasında geçen kurguya dayalı bir konuşmayı yazıyor. Katılarak gülersiniz ama, bu arada düşünmenizi de tavsiye ederim: “Hafız.. Sana Hafız diyebilir miyim?” diye başlayan konuşmada, Amerikalı, diplomatik dilde dışarıya “açık ve samimî” diye izah edilen şu nutku atıyor: “Artık bir b...’a yaramayan mallarını satın alıp sana para verecek bir Sovyetler yok... Türkiye ile sürtüşme ihtimalin görünüyor. Türkiye uçak ve tanklarını yok ettiğinde, İsrail savaşı sonrasındaki gibi sana yenilerini verecek kimsen yok.... En iyisi şu uydu telefonunu al da başın sıkışırsa beni ara.” Hafız Esat, cevabına aynı “samimiyetle” başladıktan sonra, “Bana bak”, diyor. Burayı tanımıyorsun. Burası gerçek bir cangıl. Amazon.com değil. En küçük bir zafiyet işaretinde benim derimi yüzerler; teşbih diye söylemiyorum, gerçekten yüzerler. Uydu telefonu da bir işime yaramaz. Onu sen al da, istersen düğmesine basıp beni ara. Ama düğmeye basarken dikkatli ol. Başına ne geleceği hiç belli olmaz.”[4]

Sırf “benden” diye öğülecek, dara düştüğünde kurtarılacak, bir b...’ye yaramaz malları alınacak, silahla donatılacak stratejik ortaklar yok artık. Ama artık blokların değil, ikili ilişkilerin ve çırılçıplak millî çıkarların ön plana geçtiği bir yeni dünya düzeni bu: Milli çıkarların, millî hesapların ve milliyetçiliğin dünyası.

Soğuk Harp yıllarından önceye ait bir vecize: “Dostlarım yoktur. Düşmanlarım yoktur. Sadece çıkarlarım vardır.” Eski bir söz. Kimisi Washington’a, kimisi Churchill’e, hatta kimisi De Gaulle’e atfediyor. Hoşlanıyorlar ki bu kadar sahibi var. Batı’nın “milliyetçilik” anlayışı budur ve şimdi bu, bütün canlılığıyla yaşanmaktadır. Batı milliyetçiliği ile Türk Milliyetçiliği arasındaki nüanslar ve milliyetçiliğin Türkiye’deki durumu konumuz değil... Henüz.
___________________________
[1] Kasten “bilgi çağı” demiyorum. Belki “malûmat çağı” daha doğru bir isim. Çünkü “enformasyon” veya “malûmat”, bilgiden daha iptidai bir kavram. Bilgi daha enformasyonun işlenmiş halidir. Abone olduğum bir İnternet yayınının başlığında şu slogan var, veri-> malûmat -> bilgi -> bilgelik. (data ->information -> knowledge -> wisdom). Tanrı bize malûmatı, bilgi ve bilgeliğe dönüştürecek kadrolar nasib etsin.

[2] Hint Avrupa, Hint İran, Türk ve Moğol- Türk. Bakınız: “Mummies of Ürümchi”, Elizabeth Wayland Barber, W. W. Norton & Company, Nisan 2000.

[3] “The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order”, Samuel P. Huntington, Simon & Schuster (1998). Türkçesi: “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”, Okyanus Yayınları (2004).

[4] “The Lexus and The Olive Tree : Understanding Globalization”, Thomas L. Friedman, Farrar, Straus and Giroux (2000). Türkçesi: Küreselleşmenin Geleceği / Lexus ve Zeytin Ağacı, Boyner Holding Yayınları (2000). Kitap, 11 Eylül’den önce yayınlanmış. Bu yüzen Hafiz Esad’ın, “Ama düğmeye basarken dikkatli ol. Başına ne geleceği hiç belli olmaz” sözü iki kat dikkat çekici değil mi?

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

Avrupa Değerleri

Tam Kopenhag kriterleri, Maastrich şartları derken meslektaşım Angela Merkel bir ölçüt daha çıkarıverdi: Avrupa Değerleri! (Yok, meslektaşlık şansölyelikten değil. Sayın Merkel de kuantum kimyacısıdır...) Kısa zaman sonra aynı ifadeyi Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik Hanım’dan da duyduk. Asıl buna, Avrupa Değerleri’ne uymalıymışız ve bunlara uyamadığımız için zor girermişiz Avrupa Birliği’ne.

Bir telaştır aldı tabi... Bu değerlere uymamız gerektiğine göre hemen Avrupa değerlerini aramaya koyuldum. Üzerinde uzlaşılmış hattâ uzlaşılmaya çalışılan bir ifade bulamadım. Bulduğum şu: Yoşka Fişer de bir keresinde bunu söylemiş; nerede mi? Bir Türkiye ziyaretinde... Demek ki Avrupa değerleri Türkiye ile ilgilendiklerinde akıllarına geliyor. Bu durumda iş başa düştü. Hani masallarda Kral’ın kızına talip çobana sorulan bulmacalar gibi bir şey olmalıydı bu. Tek farkı, o masallarda çoban bulmacayı çözerse kızı alacaktır. Bunu masalı anlatan da, dinleyen de, kral da, çoban da bilir. Bizim ilişkimizin ise “ucu açık”. Daha çok şu türkümüzdeki bilmece söyleyenin “bilsem azarlar, bilmesem azarlar” pozisyonuna benziyor.

* * *

Koskoca bir kıtanın değerlerinden söz ettiğimize göre bu öyle pop kültür falan değil, köklü, geçmişe sahip bir değerler bütünü olmalı.

İşe Sayın Merkel’in geçmişinden başladım ben de. Kendisi Doğu Almanya’da doğmuş. Komsomol’un Almancası FDJ’nin üyesi imiş. Büyüyünce üniversitede öğretim üyeliği yaptığına bakılırsa ne Doğu Almanya’nın Stalin’i Erih Höneker ve ne de onun KGB muadili Stasi teşkilâtı kendisini fişlememiş... Veya Merkel Hanım, bu dönemde Avrupa değerlerine bağlılığını başarıyla gizlemiş. Muhterem ebeveyni de hani Hitler’i yüzde doksanın üstünde oyla başa geçiren nesilden olmalı. Yanılıyor muyum?

Eminim Sayın Merkel ve Plassnik Avrupa değerlerinden bunları da kastetmemiştir. Bu konular, “Hay Allah! Pardon!” denildiği için artık ne kendisini ne de Avrupa’yı bağlıyor.

O zaman Avrupa değerlerini geçen asrın ilk yarısında arayacağız. Hitler’in ilham kaynağı Lüger’in Viyana’da büyük çoğunlukla vali seçildiği (sahi siz birkaç yıl önce de bir Nazi subayını cumhurbaşkanı seçmeye kalkmamış mıydınız?), Hindistan’da sivil halka tüfekle değil topla ateş açıldığı, Afrika’da zehirli gaz kullanıldığı günlerde... O “nostaljik” sayfalarda Koloniler Bakanı Sör Winston Çörçil’in, Irak’ta İngiliz işgaline direnen “yerliler” için söylediği, “Gaz kullanımında tereddüdü anlamıyorum. Vahşi kabilelere karşı zehirli gaz kullanmaya kuvvetle taraftarım”* sözleri parlıyor. Ve sonunda başarıyla kullanıldı... Saddam Halepçe’de bundan esinlenmiş midir acaba?

Eminim Merkel, Plassnik ve Fisher bunları da kastetmemiştir.

O zaman 19 asra ve daha eskilere gideceğiz. Oralarda ip büsbütün kopuyor: “Beyaz olmayanların ruhu var mıdır? (Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştı ya! Tanrı siyah olmadığına göre...)” “Çinliler topa tutulup afyona alıştırılmalı.” “İyi kızılderili ölü kızıl derilidir.” “İngilizce konuşmayan İrlandalılar öldürülmelidir” günlerine gidiyoruz. Engizisyonun, müslüman ve yahudileri öldürmeden önce, ruhları kurtulsun diye işkence ettiği dönemlere.

İber Yarımadası asırlarca müslüman egemenliğinde kaldı. O müslümanlardan bugüne kaç kişi geldi? Veya yahudilerden? Avrupalılar Kuzey Amerika’ya vardıklarında kıta boş muydu; kiralık mı yazıyordu kapıda?

“Milletlerin Zenginliği ve Fakirliği” kitabının yazarı, Harvard hocalarından David Landes, kesinlikle bir doğu dostu değildir. Hattâ Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesinden söz ederken hızını alamayıp “Dört asır süren kötü yönetimden sonra” gibi içinden çelişkili cümleler kurar. (Kötü yönetim nasıl dört asır sürer! Tarih veya sosyolojide böyle bir imkân var mı? Hele yönetilenlerle yönetenler dünyanın merkezinde ise...) Fakat o bile asırlar boyunca insanın insana yaptığının bir bilançosunu çıkardıktan sonra, “İtiraf etmeli ki müslümanlar bu konuda hristiyanlardan daha temiz bir sicile sahiptir” demek zorunda kalıyor.

Osmanlı’nın, Selçuklu’nun, Memluk’un (Mısır’da da, Hindistan’da da) asırlarca yönettiği toprakların yerli halkı şimdi Türkçe mi konuşuyor? Zorla müslüman mı yapıldı? İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor, “Acaba biz de o zamanın Avrupası’nın ‘değerleri’”ne sahip olsaydık, ne olurdu?”.

* * *


Eminim Bayan Merkel bunların hiç birini kastetmedi ve o da bunlardan her değer sahibi insan gibi tiksinti duyar. Ama bunlar gerçektir. Bunlar oldu. “Avrupa değerleri” sözünü eden herkesin ağzını bu gerçekleri bilerek açması gerekir.

Yoksa verilen görüntü, insanlık değerlerinden uzak, dazlaklardan bir derece daha uysal, fakat geleceğin “Avrupa değerleri” için onlardan daha tehlikeli bir ön yargıdır. Sırf kendi dilinden başkasını konuşuyorlar diye, aptal ve ilkel olduğu sonucuna varıp, bir eli belinde, diğerinin işaret parmağını sallayarak mahalledeki çocukları azarlayan misyoner papazın cahil kızı imajıdır.

Gelin insanlık değerlerini hep birlikte arayalım, bulalım ve bunları hayatımıza hâkim kılalım. Ama bunu yaparken sadece kendimize bakmayalım. Çünkü bugünün parlak kabuğunun altında geçmişin karanlıkları da var. Hepimiz insanız. İyi tarafımızla da kötü tarafımızla da. Yoksa bu ön yargılar, bu ben merkezcilik, bizi entellektüel dazlaklığa götürür. Geçen asrın anti semitizmini iktidar aracı yapmakla şimdi antitürk ve antimüslümanlığı aynı amaç için kullanmanın farkını izah edemezsiniz.

Haydi, ben, Göthe ile Bethoven’den; Ştraus ile Hayek’ten başlamayı düşünüyorum. Adolf ve Lüger ile değil. Siz de Yunus ve Itri ile yola çıkın. Sonra birlikte İkbal ve Konfüçyüs’e uzanalım. Ne dersiniz?
_________________________
* Sayfa: 179-181 Simons, Geoff. “Iraq: From Sumer to Sudan”. London: St. Martins Press, 1994.