Çarşamba, Mart 19, 2008

Ekonomi ve "Niçin geri kaldınız?"

16. asırda haritaya baktığımızda birbirinden çok farklı iki dünya görüyoruz. Bir tarafta merkezî büyük devletler, diğer tarafta param parça bir Avrupa. Siyasî, askerî, ekonomik üstünlük kesinlikle Avrupa'nın doğusundadır ve Türk Devletleri süper güçlerdir. Sırasıyla Osmanlı İmparatorluğu, bugünkü İran coğrafyasında Şah İsmail'in kurduğu Safevî Türk Devleti ve bugünkü Hindistan coğrafyasında Babür Devleti.

Bu durumun birkaç asır içinde tamamen tersine döneceği, paramparça Avrupa'nın, hemen bütün doğuyu hükmü altına alacağını söyleyen bir kâhine her halde kahkahalarla gülünürdü.

Şimdi bu hayret verici değişikliğin gerçekleştiğini görüyor ve soruyoruz: Niçin geri kaldınız?

* * *

Sorunun cevabı, yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Batı'nın denizaşırı keşiflerine ve endüstri devrimine kadar doğuyu üstün kılan yapı ve zihniyet, daha sonraki çöküşünün de sebebidir.

Marks hiç ortaya çıkmasa, komünist devrim hiç olmasaydı da Rus ve Çin ekonomileri yine emredici merkezî planlamacı ve piyasayı dışlayan bir yapıda şekillenecekti. Çünkü bu ülkeler de doğunun büyük merkezî devlet anlayışının mirasçılarıydı. Bırakın doğuyu, Roma ve sonraki Doğu Roma İmparatorlukları zamanının "Batı"sı da öyleydi. İnsanlık tarihinde sadece orta çağın Batı Avrupa ve Akdeniz Avrupası istisnadır. Medeniyetin geliştiği başka her yerde norm, merkezî büyük devlet ve bu devletin, hayatın her noktasını düzenlemesidir..

Kabahat devletin merkezîliğinde veya büyüklüğünde de değildir. Nitekim deniz aşırı fetihlerin ve endüstrileşmenin sağladığı zenginliğe dayanan Avrupa'nın ilk yaptığı, tekrar merkezî büyük devletleri, imparatorlukları kurmaktır.

Roma İmparatorluğu'nun yıkılışı ile İspanyol, İngiliz ve diğer imparatorlukların kuruluşu arasındaki bir yol kazasına benzeyen feodalite ve şehir devletleri, insanlık tarihinde ilk kez şunu gösterdi: Bazı şeylerin merkezden planlanmaması daha iyidir. Tek tek insanlar, ekonomik faaliyette, bürokrasilerden daha iyidir. Bu tek tek insanların kendi çıkarları için giriştikleri teşebbüsler engellenmezse, ülke daha güçlü ve daha zengin olur.

* * *

16. asırda bu fikirlere de gülünürdü. Ne demek? Narh konulmazsa malların fiyatını kim belirleyecekti? Her isteyen her istediğini yaparsa keşmekeş çıkmaz mıydı? İpini koparan icat çıkarmaya, bid'at çıkarmaya kalkmaz mıydı?

İşte o ipini koparanların yaptığı icatlar ve bid'atlardır ki iki asır sonra bütün dünyayı sömürgesi haline getirdi.

İki unsur bu toz duman arasında öne çıkıyor. O iki unsurla problemin büyük kısmını anlayabiliyoruz. Biri insanların "kendi işi" kavramı. Diğer de piyasa, veya pazar.

Kendi işi: El elin eşeğini nasıl çağırır?

Marksist olmadan önce Marks, "emeğin yabancılaşması"ndan bahsediyordu. Endüstri öncesi üretimde bir demirci, kendi işini yapardı. Ortaya koyduğu; ister kılıç olsun ister başka bir âlet; ürün kendinindi, ücret de kendinin. Çömlekçinin yaptığı kâse de, çinicinin çinisi de... Emekle ürün arasındaki bağ, gözle görülür, elle tutulurdu. Zanaatkârlar vardı ve zanaatlarıyla iftihar ederlerdi. Genç Marks, işte bu bağın kopuşundan şikâyetçiydi. Üretim araçları ve ürün yeniden üretene verilmeliydi.

Marks, sonunda, emeğin yabancılaşmasını geri döndürmek için kolektivizasyon önerdi. Göremediği, kolektif mülkiyetin de emeği ve ürünü yabancılaştıracağı idi. İş insanın kendisinin değilse, patron ister vahşi kapitalist olsun ister devlet bürokrasisi, sonuç değişmiyordu. Kaldı ki, devlet bürokrasisin kaybedecek fazla bir şeyi yoktu. Patronun ise vardı. Bu yüzden işin sahibi bürokrasi olunca vahşet azalmıyor, tam tersine pervasızlaşıyordu.

Sosyalistin en koyusundan, liberalin en liberaline geçelim. Yirminci asrın en büyük iktisatçısı sayılan[1] Milton Friedman'ın, "kimin parasını kimin için" harcadığının tasnifini yapan matrisi meşhurdur. Kim, kimin parasını, kim için harcarsa nasıl davranır?

Kendisi içinBaşkası için
Kendi parasınıIII
Başkasının parasınıIIIIV


Friedman anlatır:

I) Kendi parasını kendisi için harcayan, hem aldığının en ucuz olmasına, hem de en kaliteli olmasına dikkat eder. En ucuza, en kaliteli... Üretirken buna "verimlilik" diyoruz.

II) Kendi parasını başkası için harcayan, aldığının fiyatına dikkat eder ama kalite fiyattan sonra gelir. Friedman, buna örnek olarak birisine hediye almayı gösterir...

III) Başkasının parasını kendisi için harcayan mutlu kişi, fiyata pek dikkat etmez ama aldığı ürünün kalitesi önemlidir. "Para önemli değil" düsturu genellikle bu halden kaynaklanır.

IV) Başkasının parasını başkası için harcayan ne fiyata ne de kaliteye dikkat etmek zorundadır. Friedman, "İşte" der, "bu devlet bürokratının davranışıdır!".

Friedman'a kızabilirsiniz. Fakat bugün bu kuralların geniş çapta geçerli olduğunu biliyorsunuz. Peki dün? Herkesin çok ahlâklı olduğu "altın çağ"larda böyle değildi diyenler çıkabilir. Gelecekte benim kuracağım altın çağda herkes çok dürüst olacak; Friedman matrisi geçerliliğini kaybedecek diyebilirsiniz... Fakat her çağ için toplum laboratuarı Friedman'ın haklı olduğunu gösteriyor. Bütün bilimler gibi ekonomi de, gözleme dayanan bir bilimdir.

Şimdi Friedman'ın yapmadığı bir matris kuralım. Harcanan şey para değil, emek ve dikkat olsun. "Kimin için?" sorusunu aynen koruyalım: İnsanlar emek ve dikkatlerini nasıl harcarlar?

Kendi işi için Başkasının işi için
Kendi emek ve dikkatiniIII
Başkasının emek ve dikkatiniIIIIV

I) Kendi emeğini kendi işi için harcayan, en yüksek verime odaklıdır. Kendi işinde çalışan gecesini gündüzüne katar... Dikkatiyse "veli-nimeti"ne odaklıdır: Ürettiği mal veya hizmeti alana; yani müşterisine.

II) "Kendi emeğini başkası için harcama", kamu veya özel fark etmez, emeğin yabancılaşma tehlikesi bulunan konumdur. Patronu mutlu etmeğe, fakat çok da yorulmamaya çalışır. Dikkati öncelikle patronu- âmiri üzerindedir.

III) Başkasının emeğini kendi için kullanan, patron veya âmirdir. II'deki kişiyle III arasında âmir- memur ilişkisi vardır. Bu pozisyonun da dikkati müşteri üzerindedir. Bir hedefi de, yönettiği insanların da aynı noktaya odaklanmasıdır. Kendi verdiği emek de, I'deki gibi yoğundur. Fakat çalıştırdıkları II konumunda bulunduğu için asla I kadar yüksek verim elde edilemez. Çağdaş yönetim biliminde organizasyon teorisinin bütün gayreti, II konumundaki insanları I'deki gibi davrandırmak, yani herkesi kendi işinin sahibi haline sokmaktır. Marks'ın kulakları çınlasın!

IV) Başkasının emeğini başkası için harcayan, özel sektörde orta kademe yöneticisidir. Devlet sektöründe ise bütün kademelerde. İyi yönetilmeyen bir yapıda, bu konumun da dikkati, II gibi, patronunun üzerindedir. Sarfettiği emeği mümkün olan en düşük seviyede tutmaya dikkat eder. Devlette çalışanlara en sık sorulan sorulardan biri, "Nasıl? İşin rahat mı?" sorusudur.

Otuz yılı aşkın, hem pratik hem de teorik "iş yönetimi", hatta genel olarak "yönetim" tecrübelerimin sonucunda şunu gördüm: Yönetim (management) biliminin bulguları bizim eski bir deyişimizle özetlenebilir: "El elin eşeğini türkü söyleyerek çağırır." Bu gerçeği, bu verimsizliği yok etmenin yolu, akla ilk gelen ilkel çözüm, "öyleyse her işi kendim yaparım" değildir. Gerçi bu çıkmaz sokağa girenlerin sayısı da bir epeydir. Şüphe yok ki bu anlayışla bakkal dükkânı veya nalbant atölyesinden öte bir işletme kurmak mümkün değildir. Küçük aşiretin ötesinde devlet de... Çözüm, büyük organizasyonlarda rol alan herkesin o organizasyonun "kendisinin" olduğunu hissetmesidir. Bu kolay bir başarı değildir. Fakat buna erişebilenler, iş hayatında da devlet düzeninde de devleşebilmektedir. İş hayatında "kalite yönetimi", devlet hayatında da "demokrasi", "vatandaşlık şuuru" bu anlayışın çeşitli cephelerini anlatan kavramlar olarak da değerlendirilebilir.
________________________
[1] Yirminci asrın en etkili ekonomisti yarışmasında bir numaralı konum için Milton Friedman'ın rakibi, John Maynard Keynes'tir.