Cuma, Haziran 30, 2006

Milliyetçilik- Nasyonalizm- Ulusalcılık

Bizim milliyetçiliğimiz kendimizi büyük görmemizdendir. Onlarınki, başkalarını küçük görmelerindendir.
Dündar Taşer

Onyedinci asır Japonya’sında bir “medrese”deyiz. Konfüçyüs felsefesine bağlı bu okulda hoca öğrencilerine sorar, “Çin ülkemize saldırıyor. Çin ordusunun başında General Konfüçyüs ve kurmay başkanı Mençiyus var. Konfüçyüs ve Mençiyus’un öğrencileri bizler, bu durumda ne yapmalıyız?” Öğrenciler çok zorlandılar mı bilmiyoruz ama doğru cevap kayıtlara geçmiş: “Ülkemize karşı görevimizi yerine getirmek için sonuna kadar çarpışırız.” Sonra da bir not: “Ama bu hikmet sahibi kişileri canlı yakalamaya çalışırız.”[1]

Fransız İhtilâli ile Avrupa’da ortaya çıkan yenilik, millî devlettir; milliyet duygusu veya milletler değil. Herhalde bin yıl önce Bilge Kaan ve yüz yıl önce Japon Hoca, gelecekteki Fransız İhtilâli ilkelerine göre düşünmüyordu.[2]

1789’dan önce ve sonra, Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar yine kendi dillerinde konuşuyor, yine aynı müziği dinliyor ve besteliyor, yine aynı edebiyatı okuyor ve yazıyorlardı. Bu kültür unsurları, yaşanan çağın yeniliklerini de yansıtıyordu ama bu yansımalar, doğal gelişmenin sonucuydu, bir kültür ihtilalin ürünü değil. Milletler de, milletleri millet yapan kültürler de yerli yerindeydi. Değişiklik, sadece siyasî yapıların milliyetlere uygun hale gelmesindeydi. Avrupa feodalizmi ve şehir devletleri, yerlerini millî devletlere terk etti. Bismark Almanya’yı, Kont Kavur ve Garibaldi İtalya’yı birleştirdi. Onlarda millî devlet formatı, parçaların birleşmesiydi. Bizde ve Avusturya-Macaristan’da ise İmparatorluğun parçalanması.

Bu noktada, genellemeler resmi zorlamaya başlıyor. Çünkü Türkiye, Almanya veya İtalya olmadığı gibi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da değildi. İngiliz, Hollanda sömürge İmparatorlukları ise hiç değildi. Bizim kendimize has özelliklerimizdir ki nüanslarda milliyetçiliği, nasyonalizmden ayırır.

“Biz” milliyetçiliği “onlar” milliyetçiliği

Çağdaş yönetim bilimi yazarlarından birinin sözünü hatırlıyorum: “Bir kurumda en verimli kelime, ‘biz’, en verimsiz kelime, ‘onlar’dır.” Milliyet duygusu “biz”dir. Bir toplumun kendisini tanıması, kendisine saygısıdır. Milliyetçiliğin sürücü gücü sevgidir. Tarihine, edebiyatına, sanatına, diline, felsefesine sevgi ve-- sevginin ayrılmaz eşi-- saygı. Milliyet kişiliktir. Kimlik krizindeki insan nasıl sosyal olamaz, başkalarına karşı doğru dürüst davranamazsa; milliyetinin şuurunda olmayan toplulukların da milletler dünyasında sağlıklı ilişkiler kurması beklenmez. Bu düşüncelerle, John Rauston Saul, “Globalizmin Çöküşü ve Dünyanın Yeniden İcadı” kitabının, “Pozitif Milliyetçilik” adını verdiği son bölümünü, şöyle bitiriyor: “Batı’yı bu günlerde en çok düşündüren din, İslam, temelde açıktır ve Hristiyanlıktan daha esnek bir tarihe sahiptir. Kuran’ın va’z ettiği gibi,
Biz sizi milletler ve kabileler halinde yarattık ki birbirinizi tanıyasınız. (Birbirinizden nefret edesiniz diye değil)”[3]

Bunlar o derece doğal ki, kimlik krizine tutulmayan toplumlarda bu tabiî haldir. Bir İngiliz’e, “Şekspir’i biliyorsun”, bir Alman’a “Goethe’den şiir ezberlemişsin”, bir Fransız’a, “Napolyon’u sayıyorsun”, “öyleyse aferin” derseniz, sizde bir gariplik bulunduğuna hükmeder.

Fakat bir de “onlar” milliyetçiliği var. Bu, kendi toplumunu sevmekten çok, başkalarına nefretten veya paranoyadan kaynaklanır. “Milliyetçi” kelimesi, Türkçe’de millet+sevgi anlamına geldiğine göre belki bu “onlar” antipatisine “milliyetçilik” değil, olduğu gibi nefret ve paranoya demek daha doğrudur: Falanlar pistir, filanlar geri zekâlıdır ve hepsi de sabah kalktıklarında ilk işleri bize nasıl kötülük edeceklerinin planlarını yapmaktır.

Batı dillerinde “nasyonalizm”, “biz” duygusuyla “onlar” duygusu arasında ikincinin ağır bastığı bir anlam taşır. Bu yüzden, batı entellektüeli için “nasyonalizm”, Türkçe’deki “milliyetçilik” kadar sevimli değildir. Sömürgeciliği ve Nazizmi doğurmuş, yaşamış ve zor bela son erdirmiş bir çevrenin bu tutumu haklıdır.

“Sona erdirmiş” hükmü doğru mu? Huntington-- geçmişi değil-- bugünü şöyle değerlendiriyor: “Bu yeni çağ için acı bir dünya görüşünü (Weltanschauung), Michael Dibdin’in Ölü Göl romanının kahramanı Vendikli nasyonalist demagog çok güzel ifade ediyor: ‘Gerçek düşmanlar olmadan gerçek dostlar olamaz. Biz olmayandan nefret etmezsek, biz olanı sevemeyiz. Bir asrı aşan duygusal terennümlerden sonra acıyla tekrar keşfediyoruz bu eski gerçekleri. Bunları inkâr eden, ailesini, mirasını, kültürünü, doğumuyla elde ettiği hakkı, bizatihi kendi benliğini inkâr eder. Böyleleri kolay affedilmeyecektir’” Ve Huntington kendi fikrini ekliyor: “Bu eski gerçeklerdeki gerçeği devlet ve bilim adamları da görmezden gelemez.”[4] Kanaatimce, ayni çağda yaşasalardı, bu fikirler Huntington’la Hitler arasında güzel bir dostluğun başlangıcını teşkil edebilirdi.

“Onlar” tabanlı milliyetçilik, ancak millî varlığın yok olma tehdidi altında, meselâ bir ölüm kalım savaşında mazur görülebilir; hayatta kalma iç güdüsüdür diye... Acı olan, Türkiye gibi asırlar boyu Türk barışını yaşatmış bir toplumda, “biz”cahillerinin böylesi bir nasyonalizme kayabilmesidir.

“Ulusalcılık” ve milliyetçilik

“Ulusalcılık”, yeni asrın başında yaygınlaşan bir kavram. Daha çok, solcuların milliyetçiliğini ifade ediyor.

Türk milliyetçileri “sağcı” etiketini can-ı gönülden benimseyemedi. Zaten “sağ” ve “sol” elbiseleri, Türkiye’nin üstüne hiçbir zaman tam oturmadı. Milliyetçilik, millî değerler adına muhakkak ki muhafazakârdır. Fakat millî çıkarlar için her zaman inkılapçı, gerektiğinde de ihtilalcidir. Bu, başarısız İttihat ve Terakkî için de– çok şükür—başarılı Millî Mücadele ve Cumhuriyet için de geçerlidir. 27 Mayıs’ın “ondörtler”inden birine, yanılmıyorsam Muzaffer Özdağ’a, “siz ortanın solunda mı, sağında mısınız?” diye sorulduğunda verdiği cevap hoştur: “Ortanın ilerisindeyiz.”

Fakat milliyetçiler, sola da sempatiyle bakamadılar. Çünkü Türkiye’de sol vitrinde öne çıkan, millî kültürün batı kültürüyle takası teklifiydi. Bu takas projesi, gelir dağılımı, ekonomi politikası gibi normal soldan beklenen öncelikleri gölgede bırakacak şiddetteydi. Gerçi solun hakikî veya hayalî anti-emperyalizmi milliyetçi hassasiyetleri okşuyordu. Fakat akımın ana unsurlarının koskaca ve açık bir Sovyet tehdidini görmezden gelmesi, hele bazılarının bununla işbirliğine girmesi affedilemezdi.[5] Brezhnev doktrini ile 1970- 80 arasında SSCB’nin Türkiye’ye saldırısı en üst düzeye çıktı. Yartılan kavga, kesin cepheleşmeye yol açtı. Sol milliyetçiliğinden, sağ da inkılapçılığından uzaklaştı. Unutmayalım ki bugünkü PKK’nın öncüleri, o zamanların solcularına göre “devrimci gençler”di.

1980 ihtilali, 1989’da Berlin Duvarı’nın, ardından SSCB’nin yıkılması Türkiye’deki zihinleri temizledi. Artık solun milliyetçiliğe, milliyetçilerin de inkılapçılığa dönme zamanıydı.

Fakat eski alışkanlıklar ve aidiyetler bir günde ortadan kalkmaz. 1960 ve 1970’lerin sapkın solunun bir devrimciliği de Türkçe’ye yönelmişti. Öyle ki, insanların ne dediğinden çok kelimeleri kullandığı önemliydi. Solcularımızın “milliyetçilik” yerine “ulusalcılık” demesi bu eski alışkanlığın devamından ibarettir.

Ulusalcılık bal gibi milliyetçiliktir. Yanında az veya çok sol ekonomik politikanın olması beni ilgilendirmiyor. Ulusalcıların ekonomi teklifleri yanlış, benimkiler doğru olabilir. Veya benimkiler hatalı, onlarınki haklı olabilir. Bunlar tartışılır. Bilimin ışığında incelenir. Aslolan, kimin için çalıştığımızdır. Cevap “Türk Milleti” ise; hoş geldiniz, safalar getirdiniz; baş üzre yeriniz var.

________________________
[1] “A Brief History of the Human Race”, Michael Cook, W. W. Norton & Company, New York: 2003.
[2] Olmaz demeyin; olmaz olmaz... Malazgirt’in 900. yıldönümünde rahmetli Cumhurbaşkanımız Cevdet Sunay, Sultan Alparslan’ın bu savaşı, Atatürkçü bir görüşle yaptığını söylemişti.
[3] “The Collapse of Globalism and the Reinvention of the World”, John Ralston Saul, The Overlook Press, Woodstock & New York (2005). Yazar ayeti (Hucurat- 49) Abdullah Yusuf Ali mealinden almış. Parantez içi de Yusuf Ali’ye ait olmalı.
[4] “The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order”, Samuel P. Huntington, Simon & Schuster (1998) s. 20. Türkçesi: “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması”, Okyanus Yayınları (2004).
[5] Aslında millî değerlerden vaz geçme anlamındaki “sol”, SSCB’den önce Avrupa ve ABD’den destek görmüştür. Bu, bazı batılıların, Türkleri medenileştirme çabasıdır.