Salı, Temmuz 22, 2008

Türkiye’de dincilik ve laikçilik
Veya Maraşlı İmam neyle iştigal ederdi?

“Dincilik” kelimesini, dindarlıktan ayrı, hattâ zaman zaman dine zıt bir istismar ve skolastisizm anlamında kullanıyorum.

“Laikçilik” de benzer şekilde, laiklikten ayrı ve zaman zaman laikliği ihlal eden bir başka skolastisizm...

Dindarlığı ve dini, dincilikten; bilim metodunu ve laikliği laikçilikten tenzih ederim. Tıpkı Atatürk’ü Atatürkçülük’ten tenzih ettiğim gibi.
* * *
Önce dincilikle laikçilik arasındaki kavganın sürüp gittiği oyun alanına bir bakalım. Su üstündeki mücadelede karşılıklı cehalet hemen ön plana çıkıyor. Bunun en güzel örneği, bir millî kahramanımızla, Maraşlı sütçü İmam’la ilgili.

Maraşlı sütçü İmam. Doğru ifade bu, “sütçü imam” değil. İmam Maraşlı’dır, meslek olarak sütçülüğü seçmiştir ve anne- babası ona doğduğunda, o yöremizde hâlâ sık konan İmam adını vermiştir. Tıpkı Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma v. s. gibi bir isim: İmam. Müstevliye baş kaldıran Türk milletinin aziz şehitlerinden biridir İmam.

Dinciler, “İşte, Millî Mücadele’yi bir imam başlattı... Görüyor musunuz ey laikçiler!” der.

Laikçiler de “Millî Mücadele’yi nasıl bir imamın başlattığı iddia edilebilir!” diye feveran ederler.

İfadelerdeki tarihî hatalar bir yana, dikkatinizi çekmek istediğim nokta her ikisinin de İmam’ı, imam sanmasıdır ve bu hata belki kırk yıldır düzeltilmeden günümüze gelmiştir1.
* * *
Devlet idaresinden coğrafyaya, tıptan ekonomiye kadar dünyayla ilgili problemlerin çözümünde insanlar bir birine zıt iki metottan birini seçmiştir:


  1. Skolastik metot: Bu problemleri çözmek için ihtiyacımız olan bütün bilgiler zaten bize verilmişir. Bu bilgiler ya aklımıza ezelden kodlanmıştır, yahut kutsal kitapta veya din büyüklerinin sözlerinde ve davranışlarında, veya Marks, Engels ve Lenin’in eserlerinde veya Mao’nun Kızıl Kitabında veya Atatürk’ün söylev, demeç, hal ve hareketinde gizlidir. Yapmamız gereken bu gizli bilgileri mantığımızla aşikar hale getirmektir. Aksi davranış bid’attır, revizyonizmdir, karşı devrimdir, küfürdür.

  2. Bilim metodu: Bu bilgileri ancak gayretle, olayları, eşyayı ön yargısız incelemekle elde edebiliriz. Eskilerin söyledikleri karinedir. Onları bilmeden bu yola çıkamayız, aksi her seferinde sıfırdan başlamak olurdu. Fakat o eski bilgilerin her zaman yanlışlanabileceğini akıldan çıkarmamalı, hattâ devamlı yanlışlamaya çalışmalıyız. Çözümlere ancak gözleyerek, deneyerek, eleyerek ulaşabiliriz.

Burada büyükçe bir “Dikkat!” demek isterim. Bu iki yol problem çözmek için seçilen metotların tanımlamasıdır.

Metotların, yani aletlerin.

Burada oyumu tereddütsüz “2” numaraya, yani bilim metoduna veriyorum. Fakat bilim, hangi problemi, kimin için çözeceğimizi belirlemez. Yani değerlerimizle ilgisi yoktur, değerlerimizin kaynağı değildir. Şerif Mardin Hoca’nın ifadesiyle, “iyi, doğru ve güzel”i bilim tayin etmez. İyi doğru ve güzeli biz başka kaynaklardan elde eder, fakat bu elde edişten sonra, ona ulaşmak için mutlaka ve mutlaka bilim metodunu kullanırız.

Değerlerimizin kaynağı kültürümüz, tarih şuurumuz, dindarsanız dinimiz, ve nihayet, ister dindar olun ister olmayın, insanî değerlerimizdir. İslâm medeniyetinin yükseliş çağlarında hâkim zihniyet de budur. Metotta (2)’den (1)’e geçiş, İslâm medeniyetinin çöküşünü işaretler. Avrupa’da da (1)’den (2)’ye geçiş, Avrupa Orta Çağı’nın sonunun ve Batı’nın yükselişinin başlangıcıdır.

Eğer bir “dinci” tehlike varsa, ki gerek yakın dünya tarihi, gerekse Türkiye’de olup bitenler böyle bir açık ve yakın tehlikenin varlığını gösteriyor, doğru savunma (1) ve (2) tarzlarını tartışmaktır. Skolastisizm ile bilimi tartışmaktır. O zaman layikliğin de, Müslümanlığın da, Atatürk’ün de bilim metodundan yana olduğu görülecektir.

* * *
Şimdi dinin üç cephesine dönelim: Millî kültürün bileşeni olarak din; kişinin aşkın inançlarının ve dünyaya bakışının kaynağı olarak din; ve nihayet ekonomi yönetiminden devlet idaresine, nasıl harb edileceğinden hastalıkların nasıl tedavi edileceğine kadar kaynak olduğu iddia edilen sözde din.

Laiklik ve sekülerizm, sadece bu üçüncüyü tashih için, skolastik hatayı engellemek için ortaya çıkmıştır. Yoksa laikliğin millî kültürün din bileşenine veya kişilerin inançlarına yönelmesi söz konusu olmamalıdır. Olamaz.

Gel gör ki skolastik yaklaşım toptancıdır. Totaliterdir. İster komünist ister siyasî ümmetçi olsun, insanların bütün faaliyetlerini ve düşüncelerini kontrol altına almak ister. Bu tahakkümü sağlamak için de— ister parti deyin ister kilise—kontrol etme saplantısında yandaşlarından bir polis denetimi ve zorlama mekanizması kurmaya kalkar. Çünkü o, mutlak doğruyu bulmuştur. Onun doğrusunun münakaşası yapılamaz. Tartışan veya şüphe eden kâfirdir. Altın çağdaki büyük adamların düşünceleri ve o düşüncelerin yorumlarının, şerhlerinin üstüne bir yenilik getirmek küfürdür. “Bid’at”tır. İslamiyet’e skolastik karanlığı çökmeden “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası”, “Dünküler dünde kaldı cancağazım/ Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”anlayışı, çöküş devrinde yerini, yenilik = bid’at = küfür anlayışına bıraktı. İkbal ve Akif’in, “asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” feryadı da bu anlayışı değiştiremedi.

Dünyayı aydınlatan İslam medeniyetinin, Avrupa’yı aydınlattıktan sonra onun karanlığını âdetâ devralması, mutlaka iyi anlaşılmalı, incelenmelidir.

* * *
Gerçek şu ki, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken skolastik düşünce tarzı bizim insanlarımızın kafalarında da büyük çapta hâkimiyetini sürdürüyordu. Gerçi biz, İslâmiyet içinde ve onun da ötesinde bütün Asya’da bağımsızlığını koruyabilmiş, emperyalizme vücudunun büyük parçalarını kaptırmakla birlikte hayatiyetini muhafaza edebilmiş tek devlettik. Bu enerji, bu millî canlılık 20. asrın, başı dik, hür Türkiye’sini yarattı. Fakat 29 Ekim’i 30 Ekim’e bağlayan gece ülkedeki bütün skolastik kafalar birkaç saat içinde birden bire sağlıklı düşünmeye başlamadı.

Devlet idaresi ve dünya işlerinde bütün kadrolarımız, yanılmaz otoriteyi taklit ve şerh yerine özgün düşünceye, tarafsız gözlem ve tecrübeye geçmedi. Devletin ilkelerinde millîye ve bilime yönelişten hoşlanmayanlar yer altında eski skolastik yollarına devam ettiler. Fakat asıl çelişki, yenileşme hareketinin içindeki skolastik unsurlardır. Onlar, orjinal düşünce, bilim metodu yerine eski alışkanlıkları aynen sürdürdüler. Skolastiğin temeli taklit, şerh ve otokrasidir. Onlar, sadece taklit ve şerhin kaynağını değiştirdiler. Duvarlardan hadis ve hilyeleri indirip yerine vecize ve fotoğraf astılar. Mevzu hadislere paralel mevzu vecizeler bile uyduruldu. Taklit edilecek kaynak olarak da Avrupa’yı seçtiler.

Atatürk ile Atatürkçüler arasında hep şu diyaloğu hayal etmişimdir:

Atatürk: En hakikî mürşid ilimdir, fendir.

Atatürkçü: Estafurullah efendim. Siz varken ilmin, fennin lafı mı olur?

Dinciler ve laikçiler, bir birinin anti tezi deği, birbirinin simetriğidir.

* * *
Bu kör döğüşünde hem din hem de laiklik kayıptadır. Her iki kayıp da millî kaybımızdır. Türkiye’nin kaybıdır.

Laikçilik dincilikle mücadele ediyorum diye millî kültürdeki din bileşenine, kişinin inançlarına da cephe alıyor. Avrupa’da futbolcular takım halinde haç çıkarırkeni laiklik tehlikeye düşmemekte fakat Hakan Şükür’ün “kutlu doğum haftasında galip gelelim” dileği veya birisinin Cuma namazına gitmesi, bir cenazede ellerin açılarak dua edilmesi laikliği tehlikeye atmaktadır!. Cumhuriyet bayramında Kızılay meydanında Viyana valsi ise laiktir!

Bu kadar geniş bir cepheye yapılan saldırının başarıyla sonuçlanması mümkün değildir ve bu vahim hatalar, milet devletini yok etmeğe yönelen dinci tehdidin kâr hanesine yazılır. Daha önce de yazdığım gibi laikçiliğin verdiği mesaj, “Ben bu milleti çok seviyorum ama tarihi, kültürü, dili ve dini değiştirilmeli”dir ki dünya üzerinde hiç bir millet buna evet diyemez.

Dinci cephe, din adına millî devleti hedef almaktadır. Bazı Batılı merkezlerle birlikte hedef seçilen “Kemalizm” düpe düz Türk Milliyetçiliği’dir ve Türk Milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı temeldir. Dinci cephenin Atatürk karşıtlığı aslında Türk karşıtlığıdır; devletimizin meşruiyet kaynağına, kuruluş felsefesine karşıtlıktır. Fakat laikçi tarafın ilkel, toptancı, gözü kara hareketleri bu tehdidi maskelemektedir. Laikçilik savunuluyor diye Türk milletinin kültüründeki din bileşenine, insanların aşkın inançlarına saldırmak, mağlubiyete mahkûm olmaktır. Bunu ne Stalin ne Mao başarabildi. Ders alınırsa tarih tekerrür etmez.

Türk millet devletine yönelen tehdide karşı halkın uyandırılması isteniyorsa millî değerlere dayanmak zorundayız. Daha önceki milliyet düşmanlarının asıl yenilgisi, Türk devletinin başbakanının Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin “yardımcısı” olması ile başladı. Türk milleti dinine bağlıdır. Fakat milliyetine de sonuna kadar bağlıdır. Bu iki bağ, zaafımız değil, gücümüzdür. Ulusalcılar, “milliyet” utangaçlıklarını bir yana bırakıp, dünya görüşlerini başka milletlere aleyhtar olmak yerine Türk milletini sevmeye dayandırmak zorundadırlar.

Kör döğüşü toplumun bir kısmını millet sevgisinden uzaklaştırırken, bir kısmını da Müslümanlık’tan uzaklaştırıyor. Sofu imamın dinden çıkarması misali... Burada bilhassa İlahiyat Fakülteleri ve kardeş dallardaki akademisyenlerimize ve gönül adamlarına sorumluluk düşer. İslamiyet’in hakkıyla değerlendirilebileceği ortam, belki de bunun yapılabileceği tek ortam Türkiye’dir. Sulandırılmış İslâmiyet’ten, ılımlı Müslümanlık’tan değil, Müslümanlığın “ana temaları”nın, insanlara sunduğu hürriyetin, yaşama sevincinin, iç huzurunun ve yaratıclığın yeniden doğuşundan bahsediyorum. Yalnız dindarlara, yalnız müslümanlara değil fakat diğer dinlerin mensuplarına, hatta dinsizlere de ışınlarını gönderecek bir aydınlanma cehdinden bahsediyorum. Tıpkı Yunuslar’ın Mevlanlar’ın çağındaki gibi. Endülüs’ün parlak dönemindeki gibi. Fakat ne yazık ki, bu bilim ve gönül adamları, bir taraftan dincilerin, diğer taraftan laikçilerin tasalludu karşısında, pek azı hariç, sessiz kalmakta veya kaçamak, politik cümleciklerle yetinmektedirler.

Sunulan yeniden inşa fırsatına sırt çevirmek kolay affedilmeyecektir.
__________________________________________
[1] Rahmetli Galip Erdem ağabeyimin kulaklarını çınlatmak isterim. Sütçü İmam ne zaman buradaki gibi istimar edilse acı acı gülerek gerçeği o anda etrafında bulunanlara anlatırdı.

Pazar, Temmuz 06, 2008

Dinin üç cephesi

Obama’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında söylediği, “Biz Hıristiyan bir millet değiliz” sözüne hemen tepki geldi. Bush’un siyasî danışmanı Karl Rove, “Türkiye ile Amerika’yı denk tutarak bu milletin realitesini inkar ediyor... Türkiye, kamusal alanda dinin rolüne karşı belirli bir tavır benimseyen bir ülke. Amerika’nın tavrı farklı. Biliyorsunuz, bizim tarihimizde dinin kamusal alanda kuvvetli bir varlığı oldu. Bu gerçeği inkâr etmek bence çok tuhaf.” dedi. Kafanız karıştı mı? Biz Batı gibi olmayacak mıydık? Batı dinci de biz mi laikiz?

Yurt dışında öğrenciliğim sırasında Yahudi üstünlüğünü savunan, her gün bunu ispat için bir örnek bulup anlatan bir arkadaşım vardı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Gelb’di... Teorik Kimya’cıydı ve üstünlük iddialarının merkezinde teorik fizik ve kimya vardı tabiatıyla. Eh bu alanlarda da Gelb’e misal olacak bol malzeme bulmak mümkündü. Gelb’in üstünlük inancı Hıristiyan, Müslüman ve diğer Yahudi öğrenciler tarafından biraz alayla karşılanırdı. Kendisi de kendisiyle alay ettiği için son analizde eğlenceli bir lâtife sürüp giderdi. 

Bir gün ben de Gelb’le biraz didişeyim istedim ve ‘bana bak’ dedim, “Yahudi aşağı, Yahudi yukarı ama bulduğunda domuz etini de götürüyorsun. Şabbat, falan hak getire. Bu ne perhiz bu ne lâhana turşusu?” (Tam böyle söylememişimdir her halde!) Gelb’in cevabı, her zamanki şakacılığından uzaktı ve bir içe bakışı yansıtıyordu: “Ben”, dedi “dinen pek iyi bir Yahudi değilim. Ama kültür olarak Yahudiyim.” 

Kültürün bir parçası olarak din, inanç olarak din ve - iddiaya göre- devlet tarzı ve hukukun kaynağı olarak din... Ülkemizde laiklik- dincilik tartışmalarının zirveye tırmandığı günümüzde taraflar dünyayı pek basit görüyor. Dindarlık arttıkça laiklik gerilemekte veya laiklik yerleştikçe din mevzi kaybetmekte... Gerçekten böyle mi? Laik devlet vatandaşlarına, “çok dindarlık iyi değil, daha az dindar olun” tavsiyesinde mi bulunmalı? Gelb tek örnek değil. İlber Ortaylı, üç nesildir vaftiz olmamış, fakat Hıristiyan kültürünün tam da ortasında yer alan insanların arttığını yazıyor. Kötü şöhretli Huntington’ın ‘medeniyetler’ tasnifine bir göz atın: 1) Protestan-Katolik, 2) Ortodoks, 3) Müslüman... diye gider. ‘Dinler’ değil, medeniyetler, yani Anglo-Sakson sosyoloji anlayışına göre kültürler tasnifi diyor. 

Kültürel olarak dindar! 

Din, hiç şüphesiz, kültürün önemli bileşenlerinden biridir. Onu dil ve tarih şuurundan hemen sonraya yerleştirebiliriz. Bugün Türk halkında genel olarak kültürün gerilediği doğrudur ama bu gerilemiş kültürde bile dinin musikiyi, mimariyi, dili, genel tavır ve hareketimizi ne kadar etkilediğini görebiliriz. Cami kubbeleri hâlâ çoktan bire doğru yükselir... Klasik musikimizin önemli, belki de en önemli bölümü tekke ve bilhassa Mevlevî bestekârların ürünüdür. Klasik edebiyatımız da öyle. Bugün bile turist ağırlamağa kalktığımızda ilk aklımıza gelen, döner kebaptan hemen sonra, “dönen dervişler”dir. Biraz daha derinleşirsek Yunus’u, Hacı Bektaş’ı, Hacı Bayram’ı masaya getiririz. 

Askerlerimiz hâlâ “Allah Allah!” diye taarruza kalkar. (Piyade nizamnamesinde böyle yazılıdır.) Belki bilerek belki bilmeyerek, her “hayırlı işler” dilediğimizde, her “maşallah” ve “inşallah”ımızda, minimal de olsa dinimiz vardır. Bugün, bu “bilerek ve bilmeyerek”in “bilmeyerek” bileşeni baskındır. Fakat bu şuur kaybı yeni değildir. Yahya Kemal, geçen asrın başındaki sanatımızı, “naaş” (ceset) olarak nitelendirir:

“Bu naaş yeni edebiyat devrinden evvel bir vücuttu, o vücudun bir ruhu vardı, o ruh bütün bir cemiyetti. İki şair bu cemiyetin ruhunu biri saraylarda inşadla, biri kahve köşelerinde sazla tekrar o cemiyete terennüm ediyordu... Söyleyenlerle dinleyenler bir nevidendiler. Şair bütün öteki sanatlara bağlıydı. Divanını yazıp bitirdikten sonra hattata veriyordu, hattat o divandan ta’lîk hattın son kıvraklığıyle bir sanat eseri daha yaratıyordu, mücellid deriden, sahtiyandan temasın bir hazzına daha misal gösteriyordu, müzehhib, gözleri arapkârî çizginin oyunlarıyle, zevkiyle bir daha kamaştırıyordu. Şairin divanındaki şarkıları bestekâr birer makamdan besteliyor, Boğaziçi yalılarını, Rumeli ve Anadolu’nun konaklarını neş’eden, hüzünden mestediyordu; gazellerini hanende Kâğıthane’nin ve Osmanlı ülkesinin Budin’den Mısır’a kadar, semasına yükseltiyordu; naatlerini naathan mevlidlerde okurken, bütün bir ümmet zevkinden: ‘Allah!’ ve ‘Yâ Muhammed!’ nidasıyle kubbeleri inletiyordu. Şaire, mimar, camilerinin, mescidlerinin, saraylarının, hanlarının, medreselerinin, çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer ayırıyordu. Taşçı kitabe taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkâk oyuyordu...”. 

İlber Ortaylı, sanatın ötesinde, dünya görüşü ve felsefesiyle “Müslüman adam” tipini inceliyor ve bu “tip”in İslamiyet dünyasının tümünde daha eskilerde, Ortaçağ’dan sonra zayıfladığı ve nihayet çözüldüğü değerlendirmesini yapıyor. Buna karşılık ateistinden komünistine kadar “Hıristiyan adam”, “Yahudi adam” tipleri yaşamağa devam etmektedir. Yine pek farkında olmadığımız bir gerçek, son asırlarda, kültürdeki Müslümanlık adına ne varsa hemen tamamının veya en önemli bölümünün bize ait olduğudur. Bizde dinciler de, kategorik olarak dine muhalefet edenler de bunun farkında değildir. Duymağa alıştığımız ezanlar bize aittir. Hatta birçoğu Itrî’nin bestesidir. Taklitleri çoktur ama mevlid bize aittir. Kandiller bize aittir ve o hiç hoşlanmadığımız tarikatlar büyük çapta bize aittir. Bunların hemen tamamı, İran ve Arabistan gibi ülkelerde yasaktır. 

Dinin kültüre bu güçlü etkisi sürerken ortaya çıkan şaşırtıcı bir özellik de bu etkinin katiyen dindarlarla, hattâ o dinin mensuplarıyla sınırlanmamasıdır. Gelb’i tanıdığım yıllarda, aynı ülkede, beni “Akşam şerifleri hayırlar olsun efendim” diye karşılayan Rum tütüncü de aynı kültür çemberinden sesleniyordu. Ortaylı’nın belirttiği gibi, dindarından, ateistinden komünistine kadar bütün bir Hıristiyan alemi bilerek veya bilmeyerek- ama çoğunlukla bilerek- Hıristiyan kültür çemberinde yaşadığı gibi, bizim insanımız, hattâ diaspora Rum ve Ermenimiz de bilerek veya bilmeyerek-maalesef çoğunlukla bilmeyerek- Müslüman kültür çemberinde, daha doğrusu Osmanlı-Türk kültür çemberindedir. 

Millî bileşenlerimiz 

Millî kültürün bileşeni yönüyle dinin, hele bu kadar inançlar veya inançsızlıklar üstü iken, laik, demokratik millî devleti tehdit edebileceği düşünülemez. Tam tersine, bu dayanağı zayıflayan millî yapı dış kültür taarruzlarına karşı savunmasız hale gelir.

Yaratan, yaratılan, ölümden sonrası... Yalnız mıyız? Bizi bir koruyan, gözleyen var mı? Yasaklasanız da mecbur tutsanız da insanlar bu soruları sorarlar. Şöyle veya böyle cevaplar verirler. Anlaşılıyor ki insan ortaya çıkalı beri bu böyledir. 

Yine anlaşılıyor ki bu sorulara en kapsamlı ve tatmin edici cevaplar dinden gelmektedir. Kapsamlı oldukları muhakkak da, doğru cevaplar mı? İşte burada inanmak veya inanmamak devreye giriyor. Bu tek tek insanları ilgilendirir. Devletleri değil. Ferdin inancını terk etmesi için müdahale eden devletler de oldu. Fakat bunlar, kendileri, komünizm gibi başka bir dinin hâkimiyetindeki devletlerdi. Onların hedefi insanları dinden vazgeçirmek gibi görünse de aslında, bir din yerine bir başkasını ikame etmeğe çalışıyorlardı. 

Resmen ateistiz ama...

Tarih boyunca dine ve Tanrı veya Tanrılara inananların bütün toplumlarda hep çoğunlukta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 1969 yılında, mihmandarımız Polonyalı genç kıza, ülkenin dini yapısını sorduğumda aldığım cevap hoştu: ‘Resmen ‘ateist’iz ama çoğunluk Katoliktir.’ Şimdi Rusya’da bile resmî merasimleri kara cüppeli, uzun sakallı Ortodoks papazlar takdis ettiğine göre resmî ile gayrı-resmî artık aynıdır.

Fertlerin dinlerine bağlı olmasının devlete ve millete getirdiği bir yük yoktur. Tersine, istikrar ve güvenlik için din, artı puandır. Milletin zor günlerinde dinî inancın desteği açıktır. Çanakkale’den Millî Mücadele’ye yakın tarihimiz bunun kanıtıdır. Barış zamanında da Tanrı ile diyalogunu her an sürdüren, bütün dinlerin temelini oluşturan ahlâk, vicdan, dürüstlük ve dürüstlüğün toplumda hâkim kıldığı güvenin kalkınmanın da etkili bir bileşeni olduğuna dair sosyolojik delillere sahibiz. 

Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya

Buna karşılık son asır gösteriyor ki, devletin tek tek insanların dinine müdahale ettiği noktada ciddî problemler çıkmakta ve sonunda devlet savaşı kaybetmektedir. Polonya’daki ‘resmen ateist’ düzenin yıkılmasında Polonya asıllı Papa John-Paul’ün sadece varlığı bile dengeyi, düzene baş kaldıran ‘Dayanışma’ sendikası lehine değiştiren ağırlıktı. Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’nde fertlerin dinî inançları veya inançsızlıkları da devleti tehdit eden veya devletin yönlendireceği bir husus olmamalıdır. 

Doğru bilinen yanlışlar

1.      Müslüman devletler, şeriat denilen, belli, tek tip bir hukukla yönetilir. Başlangıçtan bu güne Müslüman ülkelerde devlet bu esasa göre yapılanıp yönetilmiştir. 

2.      Osmanlı da bu hukukla yönetilen teokratik bir devletti. 

3.      Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve yasaları şeriata ve İslâmiyet’e aykırıdır. 

4.      Avrupa’da dinin karanlığı, daha az dindar, hattâ laik olan Protestan hareketle yıkılmıştır. Dinde reform yapılmıştır. 

5.      Batı laikliği iyice sindirmiştir ve bu yüzden orada dinin devlete etki yapması tehlikesi kalmamıştır. 

Bu maddeler, maalesef Türkiye’de kamuoyuna hâkim yanlışlıkların kısmî listesidir. Belki “yanlışlık” yerine “baş aşağılıkların” demek daha doğrudur. Çünkü bu hükümlerin her birinin hemen hemen tam zıddı doğrudur: 

Şeriat, İslâm hukuk usulüdür ve içinde gerek İslâmiyetin yayıldığı coğrafyaların, gerekse Roma Hukuku’nun önemli katkılarını taşır. İslâm Hukuku da tarih içinde Avrupa Hukuku’nu etkilemiştir. Hıristiyanlık siyasî iktidardan uzak, hattâ siyasî iktidarın (Roma’nın) yasakladığı bir akımdı. Bu yüzden “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” demek zorundaydı. Fakat iki gelişme ve Avrupa’nın siyasî yapısı din- devlet ilişkisini tersine çevirdi. Önce Roma Hıristiyan oldu. Hıristiyanlık devlet dini haline geldi. Sonra merkezî devlet çözüldü. Merkez, Konstantin’le İstanbul’a taşındı. Batı Avrupa’da beş yüz civarında atomik siyasî merkez ve Roma’daki Papa kaldı. Bu güç dengesi içinde dinî otorite öne çıktı; krallara taç giydirir, sınırlara müdahale eder, ağırlığını koyduğunda ses getirir bir konuma geldi. Adeta, Avrupa denilen un-ufak konfederasyonun yeni, fakat bu sefer dinî Roma’sı rolünü oynadı. Din devletçikleri doğrudan yönetmese de, son derece etkiliydi ve söylemde meşruiyetin kaynağıydı. Çoğu zaman gerçekte de öyleydi. Çünkü Avrupa denilen güçler dengesinde Papa’ya muhalefet edip egemenliği sürdürmek zordu.

İslâm, doğduğu günden itibaren siyasî iktidarın da sahibiydi ve her zaman devlet, dinin yapılanması ve teşkilâtlanması üzerinde son sözü söyledi. İslâmiyet’te bırakın dinin devleti yönetmesini, her zaman devlet dini yönetmiştir.

Fazlul Rahman, sık sık, “Kuran bir hukuk kitabı değildir.” hükmünü tekrarlar. Bu Kuran’ın eksik bir hukuk kitabı olduğu anlamında değildir. Kuran, hiç bir zaman bir hukuk kitabı olmak iddiasında değildir. Tıpkı bir tabiat bilimleri kitabı olmak iddiasında olmadığı gibi. Şeriat din değildir; din de şeriat değildir.

Tabiatı keşfetme de, hukukunu kurup düzenleme de insanın görev ve sorumluluğundadır. Çünkü ona akıl verilmiştir. Bunları insan, hak, adalet, vicdan ve insanî değerlere göre kendisi kuracaktır. Her bir İslâm ülkesinin hukuku ve hukuk uygulaması günün şartlarına göre farklıdır. Unutmayalım ki, bir İslâm iktidarını bir diğeri devirirken her ikisi de “şeriata” göre hareket etmekteydi. Biz Uzun Hasan’ın da, Mısır Memluklerinin de (resmi adıyla Türkiye Devleti’nin) üzerine fetva alarak yürüdük. Onlar da gayet şerî fetvalarla bizimle harp etti. Şerif Hüseyin ve İbn Suud, şeriat icabı bize saldırdı. Biz, hem de Halife ve Şeyhülislâm’ın direktifiyle ve şeriat icabı onlara direndik.

Ve İngilizler kazandı... 

Netameli konular 

Bugün modern dünya hukuku ile “İslam hukuku” arasındaki en çarpıcı farklılıklar diye gösterilen, “recm” (zina yapan kadının taşlanarak öldürülmesi- İran’dan sık sık bunun haberleri geliyor) ve “çok eşlilik” gerçeği ortaya çıkarmak için acı misallerdir. Recm, Kuran’da yoktur; Ahd-ı Atik’te vardır. Kitabı Mukaddes’i kabullenen dünya recmi yasaklamışken “İslam Hukuku” bunu nasıl devam ettirebilir? Bir erkeğin evlenebileceği kadın sayısını sınırlandıran ve tek eşliliği kuvvetle tavsiye eden ilk ve tek din İslâmiyet’tir. Eski Ahid’de (Tevrat) Yeni Ahid’de (İncil) de çok eşlilik olağandır. Hatta yüzlerce eşi ve bunlara ilaveten yüzlerce cariyesi olan mukaddes kitap kahramanları da vardır.

Özetle, İslâm Hukuku ile Batı Hukuku’nu değil de İslam ülkelerinin şu andaki hukuku ile Batı ülkelerinin şu andaki hukukunu karşılaştırılırsa, birincide asırlar boyu donmuş, toplumun ve çağın gereklerine uyum sağlayamamış bir ‘hukuksuzluk’ görüyoruz. Farklı bir “hukuk anlayışı” değil. İsterseniz buna, “içtihat kapısının kapanması” deyiniz. 

 Osmanlı Devleti de hiç bir zaman “teokratik” bir devlet değildir. Zaten devlette “kanun”, dünyevi hukukun ismi olarak kullanılmıştır. “Milletler”in, yani dinî cemaatlerin farklı hukukları vardır ve bu hukuk ancak sulh mahkemeleri düzeyinde cemaatlerin “şeriatlerini” yansıtır. Padişahların adıyla anılan kanunnameleri hatıra getiriniz.

Ancak Osmanlı uygulamalarında, İmparatorluğun yapısı gereği İslâmiyet’i vurgular. Değer olarak ona atıfta bulunur. 

Reformun gerçek amacı 

Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve kanunları İslamiyet’e zıt değildir. Tarih boyunca çeşitli Müslüman devletlerin hukuku ve devlet yapısı bir birinden nasıl farklı idiyse, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve hukuku da onlardan farklıdır. Tarihte bir birinden çok farklı yapı ve kanun sistemleriyle yönetilen Müslüman devletlerde bu farklılığın izahı “ulul emr”, siyasî otoritenin birincilliği, siyasî otoriteye itaat ilkesiyle kabul edilir. Meselâ tek eşliliği öngören Medenî Kanun İslamiyet’e aykırı değildir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi İslâmiyet, çok eşliliği sınırlar ve tek eşliliği kuvvetle tavsiye eder. Buna karşılık “ulul emr”, tek eşliliği emrettiğinde ve ulul emr’e itaat farz olduğuna göre, buna muhalefet nasıl İslâmiyet’le bağdaştırılabilir[1]

Protestanlık dine karşı değil, din için yapılan bir harekettir. Laik değildir. Daha Hristiyan bir devlet düzeni arzusuyla, Papalığın dine hakkıyla uymadığı gerekçesiyle başlatılmış, Katoliklikten daha muhafazakâr bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Reform dinde değil, kilise teşkilatında yapılmıştır. Daha doğrusu, Papalığın Avrupa’daki siyasî hâkimiyetine son vermek için yapılmıştır. Papalığın siyasî ümmetçiliği yerine daha dindar, fakat daha millî devlet yapılarının kapısını açmıştır. 

Batı’da din ve devlet, birbirine bizdekinden daha yakındır. Meselâ İngiltere, Norveç, İsviçre, İzlanda ve Yunanistan devletlerinin resmî dini vardır. Özellikle son on yıllarda ABD’deki dinî söylem etkisini arttırmıştır. Bundan, Batılı siyaset bilimcileri rahatsızdır. ABD Başkanlığını yürüten G. W. Bush’tan iki misal: Başkan’ın 2003 yılı ‘Birliğin Durumu’ konuşmasında 22 dinî atıf yapılmıştır. 2008’de Knesset’te Bush’un yaptığı konuşma, İsraillileri bile şaşırtmıştı:

“Sonra olanlar (İsrail’in bağımsızlık ilânından sonra olanlar) yeni bir ülkenin kurulmasından öteydi. İbrahim, Musa ve Davud’a verilen çok eski bir sözün yerine getirilmesiydi. Eretz Yisrael’in seçilmiş halkına bir vatan... Hükümetlerimiz arasındaki ittifak kırılmaz bir bağdır; fakat dostluğumuzun kaynağı, her hangi bir antlaşmadan daha derinlere uzanır. Halklarımızın ortak ruhuna, Kitab’ın bağına, ruhun bağlantılarına gider.” 

Obama’nın, “Biz Hristiyan bir ülke değiliz” sözlerine Karl Rove’un tepkisi, ABD’nin bu gerçeğinden kaynaklanıyor. Millî kültürün bir parçası olarak din, fertlerin aşkın inançlarının kaynağı olarak din ve devlet siyasetinde din... Bu üç ayrı cephenin farkında olmadan ve sonuncusundaki gerçek dışı, hattâ gerçeği ters yüz eden iddiaları değerlendirmeden tek boyut üzerinde düşünürseniz doğruyu yakalamak imkânsız hâle gelir. 

Bir uçta sözde din, din adına Türk milletinin ve onun millet devletinin temellerine saldırı; diğer uçta “bu milleti çok seviyoruz da dini problem oluyor” diyen ve yenilgiye mahkûm bir sözde laiklik. 




[1] Ulul emr konusunda yazdıklarıma, “iyi de hüküm, ‘sizden olan ulul emre itaat ediniz’ şeklindedir” diye itiraz edilir. Unutmayın ki İslamiyet tarihinde bütün fitnelerde karşı tarafın “bizden olmadığı” iddia edilmiştir. Dini ne olursa olsun “teokratlar” Allah’a dayanarak hüküm verdiklerini, kendilerini tenkit edenlerin de aslında Allah’a karşı geldiklerini iddia ederler. Bu yüzden “İslamcı”larla fikir münakaşasına girmek mümkün değildir. Emevi Halifelerin damgalarında, “Halifetullah”, yani “Allah’ın Vekili” yazardı. Halife’nin Peygamber’in vekili anlamına gelmesi daha sonraki bir gelişmedir. Birincisi gayet tabiî şirktir. Dündar Taşer’in kelimeleriyle: “Teokrasi, yani Allah idaresi başımızın üzerine de vekaletle değil!”