Pazar, Haziran 17, 2007

Hars ve medeniyet
Ayrı mıdır; birleşik mi?


Genç bilim adamı Abdülkadir İlgen Bey’e.

Türk milliyetçiliğinin fikir tarihini öğrenirken, Ziya Gökalp olağan başlangıç noktasıdır. Onunla başladık ve ilk öğrendiklerimizden biri hars ile medeniyetin ayrımı idi. Medeniyet, uluslararası idi; hars ise millî. Bu muhakkak ki rahatlatıcı bir sınıflamaydı; demek ki medenileşirken millileşmek, millîleşirken medenileşmek mümkündü. Bu ikiliye bir de İslâmiyet’i eklersek, Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” tezine ulaşırız.

Bu fikirlerin olgunlaştığı mekân, İstanbul, Türk Ocağı çevresi; zaman, 20. asrın başlarıdır. “Tek dişi kalmış canavar”a, yani medeniyete sahip milletler, Türkler hâriç İslâm dünyasının tamamını hegemonyalarına almıştır. Bizim de aynı boyunduruğa girmemiz an meselesidir. Dolayısıyla medeniyet ve medeniyet karşısında öz kişiliğimiz, baş meselemizdir. Yalnız bizim değil, Türk dünyasının, İslâm âleminin de baş meselesidir. Dolayısıyla, Türk Ocağı’nda üretilen düşünceler öyle pek de mahallî değildir. Bu yüzdendir ki bugün bile, onları meselâ Azerbaycan bayrağında görebiliriz. O bayraktaki üç renk, mavi, yeşil ve kırmızı, sırasıyla Türklüğü, İslâmiyet’i ve medeniyeti temsil eder.

Sonraları, sosyolog arkadaşlarımın, özellikle rahmetli Erol Güngör’ün, medeniyet- kültür ayrımını o kadar da rahat kabullenemediklerini hissettim. Güngör’ün, Gökalp eleştirileri Töre’de yayınlayınca bir grup genç, “Gökalp’i nasıl eleştirirsiniz!”, diye hesap sormaya dergiye gelmişti; bir nevi şiddet içermiyen “baskın”dı bu. Öyle ya fikirde de, siyasette de, inançta da iki türlü insan vardı: Bir tarafta, her dediği, her yaptığı yüzde yüz doğru ve yararlı olanlar; diğer tarafta, her dediği, her yaptığı yüzde yüz yanlış ve zararlı olanlar. Biz şüphesiz birincilerin yanında yerimizi almalı ve hangisinin hangisi olduğuna da bir an önce ve yine yüzde yüz kesinlikle karar vermeliydik.

* * *

Belki biraz abartarak naklettiğim “ya beyazdır, ya siyah; ikisinin arası yoktur” anlayışı aslında insan düşüncesinin noksanlarından biridir. “İnsan aklı bir tasnif makinesidir; daha doğrusu ikiye ayırma (dikotomizasyon) makinesi.” İyi, kötü; ak, kara; doğru, yanlış. Ve tabi, hars ve medeniyet. Fizikte sistemler nasıl en düşük enerjili yolu seçiyorsa, düşüncemiz de en rahat tasnife kaçıveriyor. Gerçekten medeniyet yüzde yüz evrensel, kültür yüzde yüz millî olsa ve biri diğerini hiç mi hiç etkilemeseydi ne rahat ederdik. Fakat tabiat, bu arada tabiatın en karmaşık yapılarından insan ve toplum bizim tasniflerimize maalesef uymuyor. Tabiatı parçalarına ayırmaya kalktığınızda, ne kadar dikkatli olursanız olun, bir yerlerde mutlaka bıçak ete gelir ve can yakarsınız.

“Kültür” ve “medeniyet” kelimeleri sosyolojide de, sosyolojinin geliştiği ülkelerin dillerinde de Gökalp’teki gibi bir birinden kesin ayrı iki kategoriyi ifade etmiyor.[1] Onların “kültür”den ve “medeniyet”ten kasitleri, her ikisinde de Gökalp’in “hars”ına daha yakın. “Medeniyet” kültürün biraz daha şehirli, belki biraz daha yüksek, yaygın ve devletleşmişi. Bizdeki kelime de “şehir ~ medine” kökünden gelmekte. Son on yılın popüler konusu “medeniyetler çatışması”, herhalde benzinli araba ile at arabasının çatışması değil, bal gibi Gökalp’in terminolojisindeki “harsların çatışması” anlamındadır.

Kaldı ki “medeniyet”ten sadece maddî unsurları; özellikle bilimi, teknolojiyi anlayacaksak, bunları alsak mı almasak mı diye bir münakaşaya girmeyi kimse hayal bile etmez. Bu anlamda hem batı “medeniyet”indeniz, hem doğu (Japon, Kore) “medeniyeti”ndeniz. Henüz medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğmadık ama öyle doğma ülküsünü ve ümidini de kaybetmiş değiliz; çok şükür.

* * *

Kelimeler üzerinde bu kadar durmanın yararı ne? Veya kültür müdür, medeniyet midir, her ne ise bunun millî unsurlarına “hars”, evrensel unsurlarına da “medeniyet” dersek ne kaybederiz? Ben de, sosyologların Gökalp tenkitlerini ilk duyduğumda, “İyi ki ayırmış; bu sayede biz hiç olmazsa medeniyetin harsa, harsın medeniyete etkisini konuşabiliriz” diye düşünmüştüm. “Önce ayıralım; sonra ayrılmadıkları noktaları tartışırız.”

Aslında mesele ne kelimelerde, ne de sosyolojide. Düğüm, birçok sıkıntılı konudaki gibi psikolojik ve siyasîdir. Osmanlı’nın son yıllarında Batı emperyalizmi zirvededir ve ufukta onu durduracak bir güç görünmemektedir. Saldırının arkasındaki fikir de—önceki yazılarımda Huntington’un ağzından verdiğim ve bir zamanlar Weber’in teorileştirdiği— “ben üstünüm, çünkü benim kültürüm üstündür” tezidir. O yıllarda bu ifadedeki “kültürüm” yerine, “ırkım” da rahatlıkla kullanılmaktadır.[2]

Bu saldırı karşısında teslimiyetçi eğilimler, Batı’nın kültürünü ve dilini olduğu gibi almaktan (Nurullah Ataç’ın Türkçe’yi Latinceleştirmek ülküsü) Batı’dan damızlık erkek getirmeye kadar (Abdullah Cevdet) ipe sapa gelmez çözümler öneriyordu. Bunların karşısında “harsım benim, medeniyetin senindir; ama ben bu ikincisini alır, yoluma devam ederim” son derece makul bir stratejiydi.

Buraya kadar da ciddî bir problem yok. Asıl sıkıntı, millî olan harsın içinde acaba yabancı unsurlar var mıdır sorusuyla ortaya çıkıyor. Öyle ya, hars madem ki yüzde yüz millîdir, bunun içine başka harslardan bulaşmalar varsa, bunlar bir an önce temizlenmelidir ki her şey yerli yerine otursun. Hars tam millî hale gelsin; sonra da medeniyeti alıverelim. Bu noktada, felaket derecedeki dış siyasî faktörlere iç siyaset de ekleniyor. Yirminci asrın başında Türk aydınlarının çoğu Osmanlı’ya muhaliftir. Bir zamanların “el muzaffer daimâ”sı artık sürekli yenilen ve kaybedendir. Muhalefeti anlamak kolaydır. Yılmaz Öztuna’ya göre buna bir de Rus baskısından kaçıp Türkiye’ye gelen dış Türk aydınlarının reaksiyonu eklenmektedir. Osmanlı, Asya Türklüğü’ne göre kesinlikle daha ileri, daha üstün bir medeniyeti temsil etmektedir ve tıpkı Batı’ya bir taraftan kızgınlık, bir taraftan da gıptayla bakışımız gibi, onlar da Osmanlı’ya karşı karışık duygular içindedir. Şah İsmail’den asırlar sonra bir cins “Osmanlı’ya karşı Türkmenlik” oynanmaktadır. Gökalp ve daha sonra bir çok Cumhuriyet aydını da mevcut yüksek kültürün içindeki gayrı millî unsurların saf Türklük yolunda temizlenmesi gayretine girmişlerdir.

Bu, tam tamına, daha önce anlattığımız “altın çağ”, “arkaizm” ve “kültür ihtilali” yoludur. Kültürü millileştiriyorum diye, milleti millet yapan ortak yüksek kültürü inkâr ve tahrip yoludur.

* * *

Peki bunun doğrusu ne? Kültürler millî midir; değil mi?

Doğru cevap “her ikisi de” olmalıdır. Kültür kesinlikle millîdir. Dilimiz, tarihimiz, sadece ve sadece bizim dilimizdir; bizim tarihimizdir. Fakat bütün kültürler de birbirine etki eder. Bizim dilimize, binlerce yıllık maceramız sırasında bir çok dil etki etmiş; Türkçe de onları etkilemiştir. Tarihimizin diğer insanların tarihiyle etkileşmesine misaller vermek abestir her halde; diğer insanlar ve onların tarihi olmasaydı, bizimki de olamazdı.

Dawkins’in fikirler için öngördüğü “memler” bakış açısı, kültürü incelerken en kullanışlı kavramlardan biridir. Daha önce bahsettiğim gibi, Dawkins, fikirlerin, genlere benzer şekilde çoğalırken evrim geçirdiğini söyler. Medeniyetlerin (kültürlerin) her biri, kendi başına topraktan fışkırmaz. Üst üste konarak yükselir, birbirleriyle alış veriş içinde evrilir. Türkçe’de, tarih maceramızın her aşamasından mem parçaları vardır. Çince’den, Soğdça’dan, belki Sümerce’den ve sonra Farsça’dan, Arapça’dan, nihayet Fransızca’dan, İngilizce’den, Yunanca’dan, Rusça’dan... Bunların hepsinde de Türkçe’den. Fakat Türkçe Türkçedir. İnsan genlerinde diğer bütün canlıların genleriyle ortak o kadar parça var ki... Bir yeşil yaprağın DNA’sından, solucanınkine, balığın DNA’sından şempanze’ninkine kadar. Fakat insan ne yaprak, ne solucan, ne balık, ne de şempanze’dir. Kültürler bir birini etkiliyor diye, ya ak-ya kara çocukluk hastalığına kapılıp, “İşte itiraf ettin, millî kültür yok; o halde milliyetçilikten de vazgeç” demek; son zamanların popüler sloganıyla, “hepimiz solucanız, hepimiz yaprak” demeğe benzer. Diğer uca gidip, DNA’mızı yabancı unsurlardan temizlemeye kalkarsak... İnsanlığımızı kaybederiz; yaşayamayız.

___________________________________________
[1] “Sosyolojinin geliştiği ülkeler” derken, önce Comte ve Durkheim’ın Fransasını, sonra da İngiltere ve A. B. D.’yi kastediyorum. Gökalp, çağı gereği Fransız okulundandır; fakat hars-medeniyet ayrımını Almanlar’dan almış gibi görünüyor. Hasan Cemal, Milliyet’te (9 Ekim 2003, Popüler Kültür, “Artık her şey pop”), “Onun bu düşüncesinin (hars- medeniyet ayrımı ve birinicinin millîliği) temelinde özel olarak Herder ve genel olarak Alman yaklaşımları yatıyordu. Bir başka Alman, tarihçi Mommsen de, ‘Medeniyetin kültürümüzü yok etmesine izin vermemeliyiz’ demişti.” diye yazıyor.

[2] “O yıllar”dan, 19. asrın sonunu kastediyorum. Stephen Kinzer, “Overthrow” kitabında (Time Books, 2007) şu bilgileri bize hatırlatıyor: 1890’lardan ABD İndiana Senatörü Albert Beveridge, senatodaki konuşmasında, yayılmacılığı doğal bir sürecin parçası diye tanımladıktan sonra bunu, "köksüz medeniyetlerin ve çürüyen ırkların daha asil ve daha zinde, daha doğurgan insan tiplerinin üstün medeniyetlerinin önünde kayboluşu” diye tasvir ediyor. Missispi temsilcisi Charles Cochrane ise “bu Cumhuriyet’i kuran baş eğmez ırk”tan bahsediyor ve “dünyanın Arî ırklarca fethedileceğini” öngörüyor.Cochrane’in konuşmasının sonunda ABD meclisi alkışlara boğuluyor (sayfa 84 ve izleyen sayfalar). Gerçekten, Hitler, sanıldığı gibi Batı’daki ırkçılığın başlangıcı değil, sonu ve sonucudur. Kinzer’in naklettiği nutuklar Hitler’den yaklaşık yarım asır öncedir.