Perşembe, Kasım 09, 2006

Ortak yüksek kültür

Arkeolojinin bugüne kadarki bulguları bugünkü insanın en az 50 000 yıldan beri dünya üzerinde olduğunu gösteriyor. Bunu bir tarafa koyalım. Diğer tarafa da şu düşünceyi: Bilgilerimizin ve dünyadaki değişme, hiç bir devirde son elli yıldaki kadar hız kazanmadı. 1960’lardan sonra şu söz sıkça tekrarlanırdı: “İnsanlık tarihinin bütün bilim adamlarının yüzde doksanı bugün hayattadır!” Hâlâ öyle mi bilmiyorum. Muhtemelen öyledir. Bu da bilgi birikiminin ve değişimin bir başka ifadesiydi.

Şimdi bu iki gerçek çarpıcı bir noktayı işaret etmiyor mu? İnsan, 50 000 yıldır aynı insan. 50 000 yıl insanoğlunun ölçülerine göre çok uzun bir zaman. Ve bizim “tarih” dediğimiz şey, bunun ancak son yüzde onuna ait! 45 000 yıl neredeyse yerimizde saymışız. Gerçi yontma taştan cilalısına, sonra tunç ve demire geçmişiz ama bugünkü değişimle karşılaştırıldığında haydi haydi öyle sayılır.

Bu son 5000 yılın yüzde doksanı da son yüzde ona göre yavaş bir değişim gösterir. Gerçekten, meselâ 1000 yılı ile 1100 yılı veya 1200 yılı arasında, zamanımız yüzyıllarındaki gelişim ve değişim hızlarıyla karşılaştırıldığında, insanların bilgi ve yaşayışları açısından pek büyük farklar yoktur. Tarihin hızlanması son birkaç yüzyılın eseri... Yüzde doksan- yüzde on hikâyemizi son 500 yıl için de tekrarlayabiliriz. Son elli yıldaki değişimin, ondan önceki 450 yıldan daha hızlı, hem de çok daha hızlı olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Malzeme aynı malzeme, yani aynı insan olduğuna göre 45 000 yıl niçin neredeyse yerimizde saydık?[1] Bu soru son 5 000 yılın ilk 4 500’ü ve son 500 yılın ilk 450’si için de tekrarlanabilir. Son 5 000, son 500 ve son 50 yılda yapabildiklerimizi niçin daha önce başaramadık?

* * *

Dikkatli bir bakış, gelişmenin hızlandığı dönemlerin başlangıçlarında, devrim niteliğindeki keşifleri görür. Bunlar bilginin birikimini sağlayan araçlarda âni sıçramalardır:

  • Son 5 000 yılın başında yazının keşfi...

  • Son 500 yılın başında matbaanın yeniden keşfi ve yayılması...

  • Son 50 yılın başındaki “medya devrimi” (radyo, televizyon ve nihayet İnternet.

Tek insanın ömrü boyunca edinebileceği kavramlar ve toplayabileceği bilgi son derece sınırlıdır. Tek insan yalnız başına taş devri medeniyetini yakalayabilirse dâhi sayılmalıdır![2]

Tek insanın kendi başına toplayabileceği bilgi miktarını arttırmanın iki yolu var: Çağdaşı olduğu diğer insanların bilgilerini paylaşmak ve daha önemlisi, bir neslin edindiklerinin diğer nesle aktarılması. Bunların birincisine yatay, ikincisine düşey birikim diyelim. İnsanlar başlangıçtan beri hem yatay, hem düşey birikimden yararlanmış. Fakat tarih öncesinde iki iş de bugünle kıyaslanmayacak kadar zordur. Anadolu’da Çatalhöyük, ilk yerleşik tarımın yıldızıdır. Çatalhöyük’teki tarım bilgisinin birkaç yüz kilometre ötedeki Trakya’ya ulaşması 2 000 yıl sürdü!

Nesilden nesile birikimin aktarılması yazı yokken kolay değildir. Sözlü gelenek denilen destanlar, hatırlamayı sağlayan vezin ve kafiye, başlangıçta önemli aletlerdi. Nesiller arası aktarımda insan ömrü de belirleyici bir unsurdu. Tarihteki kahramanların yaş ortalamasına bir göz atın. Çoğu yaptıklarını ömürlerinin ilk 30 yılında tamamlamak zorundaydı. Roma’da ömür beklentisinin 40’ın altında olduğunu biliyoruz. “Tüfek, Mikrop ve Çelik” kitabı TÜBİTAK tarafından Türkçe de yayınlanan Jared Diamond, modern insana has olan menopozun nasıl bir avantaj getirdiğini inceler.[3] Gerçekten, üremeye engel olan bir değişim, nasıl olup da ortaya çıkmakta ve genlere hâkim olabilmektedir? Vardığı sonuç şudur: Her doğum anne için belli bir ölüm riski taşır. Modern tıp bunu en aza indirmiştir. 50 000 yıl önce kadınların büyük kısmının doğumda veya doğumun getirdiği ek yüke dayanamayarak öldüğü açıktır. Belli bir yaştan sonra doğumun durması, kadın ömrünün uzamasını sağlamıştır. Bu uzamanın, menopoza giren kadının kendi soyunun çoğalmasında bir avantaj teşkil etmediği muhakkak. Fakat, onun kafasında taşıdığı bilgi, içinde yaşadığı toplumun soyunun çoğalması yönünde kesin bir üstünlüktür. Diamond, tezini anlatmak için, bir kıtlık yılında, kabilenin yaşlı kadınının sözlerini hayal eder: “Ben çocukken de böyle olmuştu. O zaman, şu dağın eteklerinde yetişen falan bitkinin köklerini çıkarıp yemiştik.” Bu söz bir kabilenin hayatını kurtaracak bilgidir.

Yazı muhakkak ki bu iletişim engellerini büyük çapta ortadan kaldırdı. Çatalhöyük’te yazı olsaydı, hem nesiller birbirlerine reçeteler aktarır, hem de tekniğin ulaşması için Trakya’ya birilerinin göç etmesi değil, mektup göndermesi yeterli olurdu.

İlk yazılanlar, bir bakıma, toplumu ayakta tutacak bilgilerin nesiller arasında aktarılmasının canhıraş çabasıdır. Din kitaplarından Göktürk kitabelerine, Dede Korkut Kitabı’ndan Kutat Kubilig’e kadar bu “nasihatler”in korunması gayretini görürüz. Geleceği tahmin bilgisi, yani bilim de âcilen yazıya dökülmek zorundaydı. Fakat yazı, yazılan nesne fizikî olarak yer değiştirmedikçe düşey birikim görevini hakkıyla yerine getirememektedir. Tarih çağlarında öne çıkan medeniyet merkezlerinde ünlü kütüphanelerden söz edilir. Bu kütüphane yandığında, tahrip edildiğinde, bir medeniyet de ölüme gider. Sümer kütüphaneleri, İskenderiye Kütüphanesi bunlardandır. Bilgi hazineleri altın hazineleri kadar önemliydi. Kütüphanelerin başkanlık saraylarında ve mabetlerde korunması da bunu işaret ediyor. Kitaplar ve dolayısıyla bilgi ancak elle çoğaltılabiliyorsa her kopya hazine değerindedir. Bu yüzdendir ki Osmanlı’da, Kuran-ı Kerim’in yurt dışına çıkarılması yasaktır. Her ilde en az bir adet Kuran bulunması devletin stratejisidir.

Yazı düşey birikimin önündeki engeli kaldırdı. Matbaa, yatay birikimin. Medya yatay iletişimi daha önce hayal edilemeyecek derecede hızlandırdı.

* * *

Yatay ve düşey birikim, birbirinin benzeri bilgi parçalarının üst üste yığılmasından ibaret değildir. Başlangıç bilgileri yeni ve daha karmaşık kavram birimlerini oluşturur. Bu yeniler de kendilerinden daha karmaşık üst düzey kavramlarını... Harflerin kelimeleri, kelimelerin cümleleri, cümlelerin paragraf, paragrafların sayfa, bölüm, kitap oluşturması gibi...

Bir misal vereyim: 20. Yüzyıl romancısı William Faulkner, kitabına “Ses ve Öfke” adını koyduğunda, İngilizce konuşan medeniyetin insanları, bu başlığı okuduklarında, basit “ses” ve “öfke” mesajlarını almadı. 16-17. asır yazarları Shakspeare’in Macbeth oyunundaki, “Hayat, bir aptalın anlattığı, ses ve öfke dolu fakat anlamsız bir hikâyedir” mısralarını hatırladı.

Bir başka misal: İkinci Dünya Harbi’nin başında, Almanya Rusya ile birlikte Polonya’yı işgal edince Fransa ve İngiltere harbe girdi. İngiltere, müttefiki Fransa’ya yardım için Dunkirk’e asker çıkardı. Fakat Alman orduları beklenmeyen bir hızla Fransızları yenince Dunkirk’teki İngiliz kuvvetleri kuşatıldı. İngiliz kuvvetleri imha edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Bu noktada, insan kaybının çok yükselmemesi için, Londra’daki Harp Odası’ndan, Dunkirk’teki İngiliz komutana, gerekirse teslim olma yetkisi verildi. İngiliz kuvvetleri komutanının, Londra’ya cevabı gayet kısaydı; “Fakat eğer olmazsa...”. Olayın şahitleri, bu iki kelimeyi Harp Odası’ndakilerin tamamının derhal anladığını belirtiyor. Bu, Tevrat’ta, Hazreti İbrahim’in Nemrud'a verdiği cevaptı. Nemrud, İbrahim’e, putlara tapmasını, aksi taktirde onu ateşe atacağını söyler. Hazreti İbrahim’in cevabı şöyledir: “Benim Allah’ım beni bu ateşten korur. Fakat eğer olmazsa, beni yaksan da, ben senin putlarına tapmam.”.[4] Bu üç kelime, yüksek ortak kültür sayesinde iki mesajı birden ifade ediyordu: 1) Siz bizi kurtarırsınız. 2) Kurtaramazsanız da biz teslim olmayacağız. Sonuçta İngiltere’nin Manş Denizi’ne sevk ettiği ve çoğu sivil balıkçı gemilerinden, kayıklarından oluşan filo, İngiliz askerini Dunkirk’ten tahliye etti. Burada bizim için kritik nokta, o ölüm kalım anında, komutanın kendi yüksel kültürünün bir unsurunu kullanması, ve Harp Odası’nda kimsenin, “Acaba ne demek istedi?” diye sormak gereğini duymamasıdır.

* * *

Kendi yüksek kültürüne sahip bir Türk, Baki’nin Kanuni mersiyesinde,

“Olsun gamunda bencileyin zâr u bi- karar
Âfakı gezsin ağlayarak ebr-i nev bahar”

(Gamından ben gibi kararsız göz yaşı döksün, ilk bahar bulutu ağlayarak ufukları gezsin)

ve

“Deryâlar etse âlemi çeşm-i güher feşan
Gelmez vücuda sencileyin dürr-i şâh-vâr”

(İnci saçan gözler- ağlamaktan- alemi deryalara çevirse, senin gibi bir ulu inci dünyaya gelmez.)

beyitlerini yan yana koyduğunda sadece bugünkü “pastoral” Türkçe karşılıklarını anlamaz. O Türk (inşallah hâlâ kalmıştır birkaç tane)[5], derhal, dedelerinden miras şu motifi hatırlar: “İnci, nasıl meydana gelir bilir misiniz? Nisan yağmuru yağarken denizin yüzeyine çıkan istiridye, bir yağmur damlasını sinesine alır ve onu inci yapar...” Şimdi lütfen Baki’nin yukarıdaki beyitlerini tekrar okuyun.

Benzer şekilde Yahya Kemal’in,

“Bir med zamanı gökyüzü kurşunla örtülü”

mısraının, kabaran haçlı saldırısının bizi Rumeli yurdumuzda nasıl tehdit ettiğini,

“Mehtap, iri güller ve senin en güzel aksin;
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde”

mısralarının da İmparatorluk başşehrinin altın çağının hayalini taşıdığını hisseder.[6]

* * *

Richard Dawkins, “genler nasıl evrimle canlılarda basitten karmaşığa gidişi sağlıyorsa, kavramlar da medeniyetin yükselişinde basitten karmaşığa evrim geçirir” der. Nesilden nesile ve toplumdan topluma geçtikçe daha üst seviyede ifade yeteneği kazanan kavramların evrimi için Dawkins, “gen” sözüne benzer, “mem” terimini ortaya attı. Memler, tıpkı genler gibi kolay kolay yok olmuyor, en elverişlileri hayatta kalıyor, gelişiyordu. İnsanlığın başlangıcından beri fikirler, genlerden daha hızlı ve daha büyük bir gelişme sağlamıştı. Kültür ve medeniyet kavramlarının hakkıyle anlaşılabilmesi için Dawkins’in mem kavramına bir mim koymak gerekir![7]
* * *

Kültür ve medeniyet, işte bu birikimdir. Bir taraftan bilginin çoğalması, birikmesidir. Niceliğin artmasıdır. Diğer taraftan basitten karmaşığa gitmesidir. Sembollerin birleşerek daha üst seviyede daha karmaşık semboller yaratmasıdır. Niteliğin artmasıdır.

Kültür ve medeniyetin birikimi hem yatay, hem düşeydir: .Yatay olanı, hem aynı milletin fertleri arasında, hem dünyadaki milletler arasındadır. Düşey birikim, belki bu ikisinden de önemlidir ve nesiller arasındadır... Millet açısından nesilden nesile aktarılan birikim muhakkak ki kilittir.

Kültürün başına koyduğumuz “yüksek” sıfatının anlamı, sanırım buraya kadar anlatılanlarla açık hale gelmiştir. “Vur”, “kaç”, “gel”, “yürü”, “ekmek” yüksek kültür değildir. “Kanun hâkimiyeti”, “nisan bulutu”, “ses ve öfke”, “Fakat eğer olmazsa”, ‘kurşunla örtülü gök yüzü”, “derindeki gece” yüksek kültürdür.

* * *


“Milletin bölünmez bütünlüğü”nü garanti altına alınması, bu yüksek kültürün ihyası, nesilden nesile zenginleşerek aktarılmasıyla gerçekleşir. Devletin ve millî eğitimin asıl görevi budur.

______________________________
[1] Bilişim diliyle bu soru daha ilgi çekici bir şekle dönüşüyor: “Donanım aynı donanım; yazılım niçin yerinde saydı?”
[2] “Medeniyet” kelimesinin içinde, bunun tek insanın harcı olmayacağına işaret eden “şehirlilik” anlamı zatem gizlidir.
[3] Jared Diamond, “Tüfek, Mikrop ve Çelik”, TÜBİTAK Yayınları, Ankara (2004). Yazarın, “The Third Chimpanzee”, Harper (1992) eserine de bakılmalı.
[4] Kral James tercümesinde geçen ve komutanın mesajında kullanılan ifade: “But if not”. Karşılaştırma için görece akttüal bir olayı hatırlatmak isterim. En büyük gazetemizin baş yazarı ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, Hazreti Muhammed’e hakaret eden batı basınını tenkid ederken, “Ya yarın da müslümanlar çıkıp, Hazreti Meryem hakkında kötü sözler söylerse?” diye soruyordu. Bir gün sonra özür diledi ve “Hazreti Meryem müslümanlar için de saygıdeğermiş, arkadaşlarım beni uyardı.” diye yazdı. Hazreti Meryem, Kuran’da en çok övülen kadındır. Bu bir dindarlık meselesi değildir. Laiklik meselesi hiç değildir. Kültüre, hattâ yüksek kültüre mutlaka sahip olması gereken sıfatları taşıyan bir Türkün, Kuran’ı bilmemesi kabul edilemez. Bu, Türk ister müslüman, ister ateist, ister hristiyan olsun, yüksek kültüre talipse Kuran yanında diğer kutsal kitapları da bilmesi gerekir. Olayı izlerken bu eksikliğimize üzüldüm.
[5] Google’da “ses ve öfke Shakespeare” diye aradığımda 770 000 doküman çıktı. “gezsin afakı ağlayarak” yazdığımda ise 1 doküman buldum ve o da konuyla ilgili değildi. O “birkaç tane Türk” pek de bol değil galiba.
[6] Bu fikirleri yaklaşık otuz yıl önce Millî Eğitim ve Kültür Dergisi’nde “Şamandıra” başlıklı bir yazımda dile getirmiştim. Dergi elimde olmadığı için tam atıf yapamıyorum. Okuyucularımın bu konuda yardımını rica ederim.
[7] Richard Dawkins, yaşayan en sofu ateistlerdendir. “Cennetten Akan Irmak”, Varlık Yayınları(1999), “Kör Saatçi” TÜBİTAK (2002) “Gen Bencildir”, TÜBİTAK (2004) dilimize çevrilmiş önemli eserleridir. Dawkins’e verilen tutarlı bir cevap için, İnsan Genomu Projesi’nin lideri. Francis S. Collins’in “The Language of God”, Free Press (2006)’ya bakılabilir.