Çarşamba, Kasım 21, 2007

Stanford J. Shaw'u anarken

Büyük Türk tarihçisi Stanford J. Shaw'u, bundan bir yıl önce, 15 Aralık 2006'da kaybettik.

Türk kamu oyu, Shaw'u, Ermeni tezlerine karşı tarihî gerçekleri savunmasıyla tanıdı ve bu tanınma, Ermeni terör ahmaklığının 1977'de Los Angeles'deki evini bombalamasıyla doruğa çıktı. Bomba, bir taraftan bizde tanınmasını sağlaması açısından yararlı oldu. Fakat tanınmanın niteliği talihsizdir. Çünkü Shaw, sadece Ermeni iddialarına karşı tutumuyla öne çıkmaz. O, Batı'nın Haçlı Seferleri'nden bu güne kadar süregelen ve şu anda da bütün şiddetiyle devam eden iki yüzlülüğüne ayna tutan bir bilim adamıdır.

Onun, "İmparatorluk'tan Cumhuriyete- Türk Millî İstiklâl Savaşı – 1918—1923
[1]" eserini okuyorum. Size, beş ciltlik, 2434 sayfalık (üçüncü cildinin hacminden ötürü 6 kitap olarak yayınlandı) eserinin ikini cildinin başlangıç bölümünü sunmak isterim:

"Barış Konferansı'nın 1919 başında, Paris varoşundaki Chateau de Versailles'de toplanması programlanmıştı. Konferans Büyük Devletler'in Birinci Dünya Harbi sırasında birbirlerine vaad ettikleri bölgeleri ele geçirme imkânı vermekle kalmıyordu. Aynı zamanda, geçen asırda ortaya çıkan çeşitli milliyetçi gruplara da uzak geçmişteki atalarından miras kaldığını iddia ettikleri, fakat aradan geçen asırlar zarfında oralara başka insanlar yerleştiği için, şiddet içeren tahriklere rağmen bir türlü gerçekleştiremedikleri emellerine büyük devletlerin desteğini sağlamakta da o güne kadar eşi görülmemiş bir fırsat sunuyordu.

"Gerçi bu konferansta Almanya ve Avusturya ile yapılan barış anlaşmaları, Nazizmin doğuşuna katkı sağlayacak ekonomik ve politik kaosu yaratacak sertlikteydi. Fakat galipler, topraklarının büyük kısmını alıp sonra da ezici Müslüman çoğunluğu Hristiyan hâkimiyetine sokmak gibi bir tavrı bu iki ülke için akıllarından bile geçirmemişlerdi. Fakat dize getirdikleri Osmanlı İmparatorluğu'na bunu dayattılar. Hrıstiyan Avrupa'da, Müslümanlığa ve İslâmiyet'e karşı Haçlı Seferleri'nden beri gelişen ve ta yirminci yüzyılın sonuna kadar Avrupa Ekonomik Topluluğu politikalarına öncülük eden ırk ve din iki yüzlülüğü, şimdi, barış konferansının kararlarında güçlü ve açık bir ifade bulacaktı. Önlerindeki tek engel, hak iddia edenlerin farklı uzak geçmişlere ve farklı atalara bakarak beyan ettikleri mirasların sınırlarının birbirinin içinden geçmesiydi. Konferans hazırlıklarının sürdüğü 1918 ve 1919 son bahar ve kışında, çıkar peşindekiler iddialarını Düveli Muazzama'ya sundukça çelişkiler açığa çıkmaya başladı. Bu 'Büyük Kuvvetler' ise, kendilerini, kendinden menkul hikmetleriyle, harp sonrası dünyasında kimin nereye hükmedeceğin belirlemede son merci olarak gördüler. Adalet yerine iki yüzlülük ve peşin hükümlerle verdikleri kararlar sonucunda onlar, yirminci asrın önde gelen mahkûm edilmemiş baş harp suçluları oldular."


* * *

Bu satırlardaki 1919 tarihini 2008 yaparsak acaba ortaya çok büyük bir tutarsızlık çıkar mı? Parallelliği Shaw zaten iki yerde vurguluyor...

Acaba tarihiyle yüzleşmesi gerekenler, yargılanması gerekenler kimlerdir? Daha da önemlisi, harp suçluları, bu suçlarını yirminci asrın başında bir kerecik işleyip sonra tövbe mi etmişlerdir? Kimin nerede hükmedeceğini belirlemede kendilerini son merci olarak görenler, adalet yerine iki yüzlülük ve peşin hükümle karar verenler bu alışkanlıklarından vaz geçtiler mi dersiniz?

İsterseniz sorumuzu, 2002 yılında Avrupa Birliği Konseyi Dış ve Politik- Askerî İşler Genel Direktörü cevaplandırsın: "Post-modern dünyanın önündeki meydan okuma, çifte standart fikrine alışmaktır." (Arzu ederseniz, "iki yüzlülük" de diyebilirsiniz.) "Kendi içimizde kanunlara ve açık işbirliğine dayanan güvenlik anlayışıyla hareket ediyoruz. Fakat modernite sonrası Avrupa kıtası dışında daha eski model devletlerle uğaraşırken daha eski bir dönemin daha kaba metotlarına dönmek ihtiyacındayız—güç, önleyici taarruz, aldatma, hâlâ her devletin kendi çıkarına baktığı on dokuzuncu asır dünyasında yaşayanları halletmek için ne gerekiyorsa... Kendi içimizde kanunu koruruz, fakat ormanda çalışırken orman kanunlarını kullanmalıyız.
[2]"

Nerenin orman, nerenin medeniyet olduğunun kararını vermede son merci acaba neresi?

* * *

Yazıma, " Türk tarihçisi Stanford J. Shaw" diye başladım. "Türk tarihçisi" tamlamasının iki anlama çekilebileceğinin farkındayım. Stanford Shaw, Türk tarihi üzerinde çalışmıştır. Bu birinci anlamı. Stanford Shaw, Türk'tür ve tarihçiydi. Bu da ikincisi. Kasten bu tamlamayı kullandım; çünkü kanaatimce iki anlam da doğrudur.

1) Dil, 2) Tarih şuuru'nun milleti yaratmada baş unsurlardır. Shaw Türk tarihine dünyada bir avuç insana nasib olabilecek bir vukufla hâkimdi. Gayet güzel Türkçesi de vardı. Eserlerini, fikirlerini, hislerini ve kariyerini izlerseniz açıkça görürsünüz ki ona Amerikan Yahudisi etnik kökenine sahip bir Türk demek hiç de yanlış değildir.

Darısı, Türk etnik kökenine sahip gayrı-Türklerin başına. Fakat bu mertebeye erişebilmek için hiç olmazsa Shaw'un bildiği kadar Türkçe ve – hadi insaflı olalım—Shaw'unkinin hiç olmazsa yüzde biri kadar Türk tarihi bilmeleri gerekir...[3]
_________________________________
[1] "From empire to republic- The Turkish war of national liberation, 1918- 1922, a documentary study." Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2000. Türk Tarih Kurumu, eseri CD-ROM formatında da yayınlamştır.
[2] Robert Cooper, “The New Liberal Imperialism,” The Observer, 7 Nisan 2002.
[3] Okuyucularıma, Shaw konusunda Türk Yurdu'nda daha önce yayınlanmış iki değerli makaleyi, Dr. Adnan Gül'ün (Şubat 2007) ve Sabahattin Yaşar (Haziran 2007)'ın yazılarını ve orada verilen geniş kaynakçayı hatırlatmak isterim. Maalesef İnternet'te Ermeni diaspora sitelerindeki küfür yazılarının sayısı, Türkçe yazıların sayısından fazladır. Bu konuda—ateş düştüğü yeri yakar—Los Angeles'teki Türklerin sitesi http://www.turkla.com özellikle Ergun Kırlıkovalı'nın yazılarını salık veririm: http://www.turkla.com/yazar.php?mid=942&yid=4