Pazar, Temmuz 04, 2010

Milliyetçiliğin ekonomisi: Sonuç


1970’lerde Türkiye, Rusya’nın komünizm ideolojisini kullanarak giriştiği saldırıyla karşı karşıyadır. İki kutuplu dünyanın diğer kutbunun lideri ABD’dir. Komünist kutba göre komünizm “bilimsel”, “tek yol”, tek doğru ve aşikâr gerçekti. Peki, karşı taraf neydi? O da “emperyalist” idi. Sınıf şuuru pek kimsenin umurunda olmadığı için- hiçbir zaman da olmadı- ABD’ye ve Batı’ya muhalefet anti-emperyalist görünümünü vurgulamak zorundaydı ki asıl mensubiyet şuuruna, milliyetçiliğe hitap edebilsin. Öyle de yaptı.

O günkü solun çoğunluğu Türkiye’nin bağımsızlığı için emperyalizme direndiklerine inanırdı. Peki Rusya? O, komünist olduğu için emperyalist olamazdı. Bu mantık tuzağını ilk bozan Çin oldu. SSCB, Çin’e göre, “sosyal emperyalist” idi.

Bu mücadele içinde milliyetçilerin sloganı, son derece mantıklıydı: “Ne Amerika ne Rusya!”. Ortaya bir de Maoculuk çıkınca, slogan biraz uzadı: “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türklük için”.

O günlerden bu güne yarım asır geçti. “Komünist dünya” diye bir şey kalmadı. SSCB, egemenliği altındaki milletlerin önemli kesimini bırakmak zorunda kaldı ve “bilimsel sosyalizm”i hem pratikte hem teoride terk etti. O artık SSCB değil Rusya idi. Çin aynı şeyi pratikte yaptı ama teoride hâlâ “komünist”. Daha önce gördüğümüz gibi, bu öyle bir “komünizm” ki, Çin tarifine göre, ekonominiz ne kadar gelişmişse o kadar komünistsiniz. Demek ki Lüksemburg, Norveç, ABD v. s. en komünist ülkelerdir. Böyle komünizmi kim istemez?

Soğuk savaşı komünist dünya kaybetti ama- çok şükür- silahlarla değil. Ekonomiyle kaybetti. İdeolojinin cenderesindeki ekonomi, gerçeğe daha yakın bir ekonomik ve sosyal düzen karşısında güçsüz düştü ve mağlup oldu. Bilim, gerçeği aramanın metodu olduğuna göre buna, ideolojinin bilime yenilmesi de diyebilirsiniz.

Otoritenin dayattığı yapma gerçek değil, gerçeğin otoritesi hâkim oldu.

*  *  *

Türkiye’deki mücadelede- daha önce de bahsedildiği gibi- komünizmin güçlü bir ekonomik teoriye dayandığı yanılgısı vardı. Yukarıdaki kısa özet “komünizmin güçlü ekonomik teorisi”nin ne kadar yanlış bir algılama olduğunu gösteriyor. Fakat o zamanlar Türkiye’deki “aydınlar” dünyaya baktıklarında bunun tam tersini görüyorlardı. Komünistlerin güçlü bir ekonomik teorisi vardı; dünyada başka hiç kimsenin de yoktu. Solcular tabiatıyla bu fikirdeydiler; işin tuhaf tarafı, tarafsızlar ve hatta sağcılar da bu fikirdeydi!

Peki, biz, milliyetçiler, ekonomi için ne diyecektik? Öyle ya, bir şey söylemek zorundaydık. “Ne Amerika, ne Rusya” iyi bir slogan olduğuna göre buna simetrik bir iktisat sloganı bulabilirdik: “Ne komünizm, ne kapitalizm!”. Maksada ve o günlere son derece uygun bir slogan. Bir eksiği vardı, birisi “Peki ne?” diye sorsa ne diyecektik?

- Ne Amerika ne Rusya!

- Peki ne?

- Türkiye!

Son derece doğru. Şimdi de doğru, o gün de doğru. Bu aslında bir iddia, bir ideoloji değil, asırlardır geçerli olan dünya realitesinin eksik ifadesidir. Doğrusu, dünyada milletlerarası hayatın millî menfaatler üzerine kurulduğu; millî menfaat için rekabetin, millî menfaat için iş birliğinin aynı anda yürüdüğüdür.

Fakat “ne sosyalizm, ne kapitalizm” gerçeğe aynı kuvvette basmıyordu. Daha kötüsü “peki ne?” sorusunun cevabı hazır değildi. Bu cevap için “üçüncü yol” diye bir ifade bulduk. Fakat bunun içi dolu değildi. Kimisi üçüncü yolu biraz ondan, biraz diğerinden diye anlıyordu ki bu bir anlamda o yılların modası “karma ekonomi”ye yakın bir tutumdu. Bir fikir sisteminin ille bir ekonomik ideolojisinin de olmasını isteyenler daha fantastik yaklaşımlar peşindeydi. Meselâ, “İslâm’da para altına dayanır” gibi. Tuhaftır ki en uçtaki liberallerin de görüşü budur. Altın muhalifleri – o tarihlerde- SSCB’nin altın rezervlerinin Batı’nınkinden mukayese edilmeyecek kadar fazla olduğunu, altın temelindeki bir paraya geçildiğinde SSCB’nin New York borsasını satın alabileceğini iddia ediyordu. Doğru muydu? Sanmıyorum. İslâm adına böyle bir iddiada bulunmak açıktır ki, “altın çağ” arayan arkaizmin bir örneğiydi. Banknot, mevduat, numaralı M harfleri yenidir. Altın ve gümüş, binlerce yıl, en eski medeniyetlerden beri paranın temeliydi.

Bir başka “çare” dostum Kurt Karaca’nın “Milliyetçi Türkiye” kitabındaki ekonomik tezdi. Herkes gelirinin %10’unu zorunlu olarak devlete verecekti. Devlet de bu yüzde onlarla yeni fabrikalar, ama kötü değil, iyi fabrikalar kuracaktı (fabrika yapan fabrikalar!). Bunların mülkiyeti de o yüzde onları verenlerin olacaktı. Bu teze para toplama tarafından baktığımızda, vergilerin arttırılmasından bir farkı yoktur. Mülkiyet tarafından bakıldığında ise tek tek batan tarım kooperatiflerinden, kolhoz, sovhoz, kolektif veya korporasyon anlayışından esintiler görürüz. “Kim, kimin malını kimin için?” matrislerindeki mülkiyet zorunlu olarak size verilen bir belgeden- belki bir makbuzdan- ibaret değildir. O mülkiyetin içinde, iktisatta “tasarruf” denilen faktör en önemli parçadır. Bu “tasarruf”, kelimenin alışılmış kullanımdaki “birikim” anlamında değildir. “Sizin” olan şey üzerinde onu dilediğiniz gibi kullanma, değiştirme, yönetme yetkisidir.  Ortaklığınız, ortak olunan üzerinde size bir yetki vermiyorsa, bu “üçüncü yol” bir felâketle sonuçlanan konut edindirme hikâyemize veya tütün, fındık v. s. kooperatiflerimize dönerdi. O plan uygulansaydı, çalışanların ücretlerinde önce %10’luk bir azalma olacak, ardından bunun yol açtığı yoksulluğu gidermek için o civarda bir zam yapılacak, bu da bir o kadar enflasyon getirecekti. O yıllarda paramız konvertibl değildi ve toplanan %10’lar yatırım malı ithaline dönüşemezdi ki hemen bütün yatırımlar büyük oranda ithalâta dayanırdı.

*  *  *

O değil, bu değil… Peki, nedir milliyetçiliğin ekonomisi?

Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir şey yoktur. Çünkü milliyetçiliğin metodu, bilimin bizzat kendisidir. Fakat milliyetçiliğin ekonomiden beklentisi vardır: Milletin bekası için çok üretim, yüksek rekabet edebilirlik, mutlu bir toplum ve güçlü bir millî devlet. Bunlar olmazsa, “beylik” gitmektedir. Emperyalizmin, “ben üstünüm, çünkü benim kültürüm üstün” iddiasına ancak bunlarla karşı konulabilir.

Milliyetçiliğin ekonomisi ekonomiden ibarettir. Tıpkı Pareto’nun dediği gibi, “Ekonomide ideolojiler yoktur; sadece ekonomi bilenlerle bilmeyenler vardır”. Pareto’ya bir şey ekleyebiliriz: Ekonomide “bilenler”in de her şeyi bilmediklerini… Bu hemen bütün bilimler için doğrudur ama en karmaşık problemleri çözmeye çalışan sosyal bilimler ve bu arada ekonomi için daha da doğrudur.

Her şeyi bilmiyoruz ama bazı şeyleri artık biliyoruz. Yaptığımızda refaha ulaşacağımız, yapmadığımızda fakirleşeceğimiz en az iki şeyi çok iyi biliyoruz:


  • Sahipliğin verime müthiş etkisini;
  • Piyasanın ekonomiyi verime yönlendirme gücünü.
Sahiplik

Geçen bölümlerde anlatılan “kim, kimin parasını, kim için, nasıl harcar”, “kim, kimin dikkat ve emeğini, kim için, nasıl verir” sorularının cevap matrislerinin işaret ettiği bu sahiplik meselesidir. Çin’in çok uzun zaman âdeta süründükten sonra birden kalktığı ekonomik atak bu sahipliğin sonucudur. Emeğin yabancılaşmasına engel sahipliktir. Emeğin yaratıcılığının şartı sahipliktir.

 “Mülkiyet” yerine kasten “sahiplik” diyorum. Çünkü insanın mülkiyeti altında bulunanlara sahip çıkmaması da mümkündür, mülkü olmayanlara sahip çıkması da. Sahiplik, Türkçenin “sahip çıkma” ifadesini de hatırlatır. Vatan ve millet bizim mülkümüz değildir ama biz onun sahibiyiz.  Mehmet Akif’in

Sahipsiz olan memleketin batması haktır
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır

mısralarını her dile tercüme etmek kolay değildir. Partiler, üyelerin mülkü değildir ama onlar partilerine sahip değillerse başarı sınırlıdır. Bu son birkaç örnek sahiplik kavramını alışılmış ekonomi anlayışının dışına taşır.

Bir veya birkaç kişinin ortaklaşa sahip olduğu ekonomik birimler inovasyonların, geleceğin büyük şirketlerinin çekirdeğidir. Büyük organizasyonlarda çalışanların organizasyona sahip olmalarını sağlamak da çağdaş yönetim biliminin ana konusudur.

Piyasa

Hangi ürünün (mal veya hizmet), ne miktarda üretileceğinin, kaça satılacağının en sağlıklı belirleyicisi serbest piyasadır. Bu konuda o kadar deneyim birikmiştir ki, bu gerçeğe direnmek saçma hâle gelmiştir. Rahatlıkla, “bilim böyle söylüyor” diyebiliriz. (Bu ifadenin sık sık suiistimal edildiğini bile bile.)

Piyasanın, ülke ekonomisini en üst verim düzeyine çıkardığı matematik modellerle ispat edilebilmektedir. Öyle bir “en üst” ki, serbest piyasanın ekonomiyi ulaştırdığı azami verim noktasında, güç kullanarak bir değişiklik yaparsanız, bazı birimlerin lehine bir sonuç elde edebilirsiniz. Fakat ekonominin tümünü, dolayısıyla toplumu daha düşük bir verime mahkûm edersiniz.

Ancak piyasanın ferasetinden söz ettikten sonra birkaç noktaya dikkat çekmek gerekir:


  • Ürün hakkında üretenle tüketendeki bilgi eşit ve simetrik değilse piyasa söz konusu değildir.
  • Tekel veya sınırlı sayıda el (oligopoli) varsa piyasa yoktur.
  • Gerçek olmayan bir fiyatlama varsa (damping gibi) piyasa yoktur.
Piyasayı çarpıtan bu unsurlara iç ticarette de milletler arası ticarette de rastlanır. Ancak milletlerarası ticarette bunları zamanında tesbit etmek daha zor olabilir. Üstelik işin içinde devlet gücüyle sağlanan haksız avantajlar ve geleceğe yönelik tehditler de barınabilir.

“Gizli el” ve “piyasa” için söylediklerimiz denge halleri için ve – ekonomistlerin Latince’sini söylemeye bayıldıkları: “seteris paribus” —diğer âmiller sabitken doğru bir kurallardır. Balonlar şişerken ve patlarken pek de geçerli olmuyorlar.

Son olarak, “denge hali”nin bugüne odaklandığını, uzun vadeyi pek dikkate almadığını da göz önünde bulundurmak lâzımdır. Meselâ “mukayeseli avantajlar teorisi”, ülkelerin en iyi ürettiklerine konsantre olmaları gerektiğini, iyi üretemediklerini ithal etmelerinin daha makul olduğunu söyler. Bu davranışın genel verimliliği en üste çıkardığını matematikle de ispat etmek mümkündür. Fakat bu teori, her ülkenin şu anda ne üretiyorsa on- yirmi- otuz yıl sonra da aynı şeyi üretmeye mahkûm olduğunu var saymaktadır. Bu teoriye göre henüz endüstrileşmemiş bir ülke, meselâ şeker kamışı üretiyorsa, endüstrileşmeye gayret etmemeli şeker kamışına odaklanmalıdır. Bu saçma sonuç, zaman içinde değişebilmenin teoride bulunmamasından kaynaklanır. Belki biraz da bu teorinin, endüstri ülkeleri tarafından propaganda edilmesinden...

Ekonomide devlet

Devlet ekonomide büyümeli mi küçülmeli mi?

Yukarıdaki tespitlerden sonra bu sorunun kendisini sorgulamamız gerekiyor. “Devlet küçülmeli” hükmü, sahipliğin devlet tarafından ihlâli, devletin bizzat üretime girmesi veya piyasaya narhlarla, tavan veya taban fiyatlarla, yasaklamalarla müdahalesi anlamına geliyorsa, devlet bunları yapmamalıdır.

Fakat devlet, hukuk sistemiyle sahipliği korur: Birinin malını bir başkasının çalmasına engel olur. Borçların ödenmesini sağlar. Üretimin can damarı olan karşılıklı mukavelelerin işlerliğini garanti altına alır. Sahiplik sınırlamaları başlığı altında saydıklarımızın gözetimi ve uygulaması da devletin işidir. Devlet hayatî önemi olan bu konularda küçülemez. Tersine, ne kadar güçlü, etkili ve hızlı ise o kadar yarar sağlar.

Benzer şekilde piyasayı tahrip eden tehlikelere karşı da devletin güçlü, etkin ve hızlı olması gerekir. Tekellerin engellenmesi, dampingin hızlı tespiti ve yasaklanması, bilginin simetrik olmadığı sağlık gibi alanlarda kontrol devletin görevleri arasında ilk sıradadır.

Sonuç, üretimi bizzat yapmaya kalkışmayan bir devlet; buna karşılık hukuk sistemiyle etkin, güçlü ve hızlı bir devlet, ekonomide başarının olmazsa olmaz şartıdır. Daha önce ele aldığımız, Fukuyama’nın “Devletin gücü/ devletin kapsamı” grafiğinde, Türkiye bir an önce kapsamı daha dar, fakat gücü çok daha yüksek noktaya çekilmelidir. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin bulunduğu yere.

“Devlet- ne için?” bölümünden hatırlaycaksınız: Liberal ekonomi teorisyenleri, devletin kapsamının daraltılmasını öne çıkarırken, gücünün de arttırılması gerektiğini bir süre ihmal ettiler. Milton Friedman’ın, “’özelleştirin, özelleştirin, özelleştirin' diyordum. Yanılmışım. Şimdi anlaşılıyor ki kanun hâkimiyeti, özelleştirmeden daha temel bir meseleymiş.” sözleri, bu yanıltıcı ihmalin itirafıdır.

Türkiye nerede?

Türkiye’nin son otuz yılında devletin kapsamı, gerektiği şekilde küçülmüştür. Devletin girmemesi gereken alanlarda hâlâ bazı kalıntılar mevcutsa da meselâ KİT’lerde “daha küçük devlet”in artık birinci meselemiz olmadığını söyleyebiliriz. 

Fakat aynı otuz yılda, devlet daha güçlü ve daha etkin olamamıştır. Şimdi baş meselemiz bu gücün, etkinliğin ve hızın sağlanmasıdır. Daha küçük devlete giderken, daha güçlü devlete ulaşamamak, kanun hâkimiyetinin işlememesine, sahipliğin de piyasanın da tahribine yol açar.

Türkiye’de devletin güçlü, etkin ve hızlı olmadığını neye bakarak söylüyoruz? Şimdi sayacaklarım hastalığın belirtileridir ve “Devlet ne için?” bölümündeki tespitlerin ayrıntılandırılmış hâlidir:

§  Gelişmiş ülkelerde insanlar, kanundan sapanları, “seninle mahkemede görüşürüz” diye uyarır. Türkiye’de “istersen mahkemeye git”, hukuk sisteminin tahammül edilemez derecede yavaş çalışmasının hastalık belirtisidir. İş dünyasının kontrat kadar önemli unsuru “borç senedi” işlemez hale gelmiştir. Karşılıksız çek dolandırıcılık sayıldığından ödenmemesi halinde daha ağır ceza tehtidi bulunduğu için senet yerine kullanılan “vadeli çek”, Türkiye’ye has bir hastalıktır[1].

§  Türk ekonomisinin yarıya yakını “kayıt dışı”dır. Devlet ihtiyacı olan gelire ulaşamadığı için vergi verenleri, zorunlu sigorta ödemelerini yapanları cezalandırır, vermeyenler haksız rekabet gücü kazanır.

§  Kaçakçılık da gümrükte yolsuzluk da yaygındır. Bu da hem millî çıkarların kaybına hem de mevzuata uyanların bozuk piyasada rekabet edememelerine yol açar.

§  Vergilendirme sağlıklı yapılamadığı için devlet, dolaylı vergilere (enerjide, iletişimde, v. s.) ağırlık verir. Bu, üretim maliyetlerini artırır, ülkenin dünyayla rekabet gücünü tahrip eder.

§  Türkiye, uygulanamayan kanunlar diyarıdır. Belki ekonomi anlamında küçük, fakat hastalığın belirtisi olma anlamında örnekler trafik düzenimizde; korsan yayıncılıkta açıkça görülür.

§  Siyasî ve bürokratik gücün desteği ile başarı sağlanması, yani yolsuzlukta, yakın kayırmada Türkiye, uluslar arası ölçme sistemlerinde hâlâ en şaibeli ülkeler arasındaki yerini korumaktadır.

Türkiye’nin yönetimine talip olanlardan, bu gibi problemleri nasıl ve hangi vadede çözeceklerini açıklamalarını istemek, bunları yapıp yapmadıklarını izlemek hakkımız; bu ülkenin sahipleri olarak görevimizdir.

Bu liberalizm mi?

Önce şu gerçeği tekrarlamakta yarar var: Ekonomi, bazı düşünürlerin icat ettikleri ideolojilerle kurulmamıştır. Ekonomi,  ilk insan topluluklarından itibaren ortaya çıkan ilişkilerin ismidir; bu ilişkileri inceleyen bilim dalının da adıdır. Yaygın algılama, bu bağlamda, “kapitalizm” diye bir ideolojinin ortaya çıkıp ekonomiyi kendi öngörülerine göre düzenlediğidir. Bu yanlıştır. Kapitalizm diye bir ideoloji kurulmamıştır. “Kapitalizm”, mevcut ekonomiyi tenkit edenler tarafından yaşanan hale verilen isimdir.  Mevcut halin iyi olmadığını, bunu zorla değiştirmek gerektiğini, daha doğrusu isteseniz de istemeseniz de mevcut hâlin zorla değişeceğini ve “olması gereken” hale dönüşeceğini savunan Marksizm’dir ki Marksizmin ekonomi teorisinin çalışmadığını da kurulan Marksist ekonomiler ölerek göstermişlerdir.

Özetle “kapitalizm” bir ideoloji olarak değil, Marksizmin mevcuda verdiği isim olarak ortaya çıkmıştır. Marksizm veya “bilimsel sosyalizm” ise ideolojidir ve öngördüğü düzeni kendi ideolojisine sadık devrimciler eliyle kurdurmak istemiştir. Kurdurmuş ve başarısız olmuştur[2]

18. asırdan bu yana, olup biteni, gerçeği gözlemlediğimizde ortaya çıkan, bu bölümde anlattıklarımızdır.

Karşı olamayacaklarımız

Milliyetçilik adına “şuna da buna da karşıyız” derken, dikkatli olmak zorundayız.

Özellikle:

  • Sahipliği reddediyor muyuz?
  • Piyasayı reddediyor muyuz?
sorularına olumlu cevap vermediğimizden emin olmalıyız. Çünkü öyle evetler, verimsiz, batmaya mahkûm bir ekonomiye davetiye çıkarmaktır. Her şeyi devletleştirmeyi savunanların tarihî bir tecrübe dayanakları yoktur. Tam tersine tarih, hiçbir devletin memurlar vasıtasıyla kalkındığını göstermiyor. Şunu da, şunu da, öbürünü de devletleştireceğim diyenlerin gönlünde yatan, bu işlemler yapılırken kendilerinin devletin ta kendisi olacağıdır. Tıpkı diktatörlüğü savunanların, kendilerini her zaman diktatör farz etmeleri gibi.

Diğer taraftan bunlara “hayır” derken de diğer uca çekilip, tekellerden mafyacılığa, kendisiyle birlikte ülke ve hatta dünya refahını da sabote eden kontrolsüz risk saldırganlığına açılmadığımızdan da emin olmalıyız. Adam Smith’in piyasa için kullandığı “sihirli el”i gerçekten de sihirli sanmak hatasına da düşmemeliyiz. Dünya ekonomisini sarsan balonlar ve krizler sihirli elin denge bozulduğunda felce uğradığını göstermektedir. 

Bu yazılanlar liberalizm midir? 1970’lere, 1980’lere kadar ortalıkta dolaşan devletçilik iddialarıyla karşılaştırıldığında evet, liberalizmdir; Türkçesiyle, “hürriyetçilik”tir.  Fakat vergisiz, devletsiz, milliyetsiz liberalizm değildir. Adam Smith’in sihirli eli, David Ricardo’nun mukayeseli avantajları gibi sınırlı kanunları Tanrı buyruğu sananlara göre ise liberalizm değildir.

Bu bölümdeki düşüncelere illâ yabancı bir atıf gerekiyorsa, yüzde yüz abone olmadığımız kaydıyla bu fikirlere en yakını, 1950lerdeki “Alman Mucizesi”nin, Wilhelm Röpke’nin Ordoliberalizmidir[3].  Röpke, bir insanî değerler sisteminin kontrolünde olmayan bir liberalizmin saldırgan bir haydutluğa dönüşmesinin önünde hiçbir engel bulunmadığını düşünür ve toplumun mutlaka değerlere, sevgiye dayanan bir mensubiyet şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Bu fikirler, Röpke’den daha yenisi, nörolog Antonio Demasio’nun “Dekart Hatası” kitabındaki bulgularla örtüşüyor[4]. İnsan yalnız aklıyla değil, hisleriyle de insandır. Biri yoksa ikincisi bir şeye yaramamaktadır.

Fakat milliyetçilik, bizim anladığımız kapsamda hürriyetçiliğe taraftardır; çünkü mutlaka ulaşmamız gereken zenginliğin bu yolla sağlandığını hayatın kendisi göstermiştir.  

Nihayet, ABD’de “liberal” dendiğinde anlaşılanla Avrupa’dakinin de farklı olduğuna dikkat etmek zorundayız. ABD liberalleri, kelimenin anlamının tam aksine, daha fazla devlet müdahalesini ve sosyal devleti savunurlar.

Fikirlerimizin bugün kendilerine liberal diyen eski Marksistlerin liberalliği ile de bir ilgisi yoktur. Onlar Marksist iken de Türk Milliyetçiliği’ne karşıydılar, bugün de karşıdırlar. O zaman da “Türkiye Halkları”ndan bahsederlerdi, şimdi de milletsiz bir Türkiye istemektedirler. Siyasî ümmetçilerle işbirliği yapabilmeleri, her ikisinin de emperyalist telkinler yönünde milliyetsiz bir Türkiye hayali beslemelerindendir. Marksist oldukları dönemden en belirgin farkları, o tarihlerde daha çok SSCB’ye sempati duyarlarken, bugün AB ve ABD taraftarı olmalarıdır. Bu sayılanların her birinin Türkiye’de en sevimsiz buldukları düşüncenin, kendi çıkarlarına en ters gördükleri düşüncenin Türk Milliyetçiliği olduğu muhakkaktır.

*  *  *

Milliyetçilik hürriyetçidir, çünkü milletin güçlenmesinin yolu bundan geçiyor. Bu sonucu bize bilim, yani yaşananların gözlenmesi gösteriyor. Yarın gerçekler, farklı bir modelin daha geniş refaha, daha güçlü bir ekonomiye ve daha mutlu bir topluma götürdüğünü ispatlar hâle gelirse ona döneriz. Fakat gerçekler buna pek ihtimal verdirmiyor. Ne zamandan beri? Bir epeydir. 

Rahmetli Yılmaz Öztuna’dan dinlediğim bir hatırayla bu bölümü bitireyim: Sene 1952. Yer, İstanbul’da rahmetli İsmail Hami Danişmend’in evi. Hazır bulunanlar: İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız ve iki genç, Yılmaz Öztuna ile Sait Bilgiç. Danişmend ve Atsız, liberal ekonominin, İngiltere’yi nasıl dünyanın bir numaralı devleti yaptığını anlatıyorlar ve bizim de bunu yapmamız gerektiği konusunda fikir birliğine varıyorlar. Öztuna, genç dinleyicilerin bu fikir alışverişini ve mutabakatı biraz hayretle izlediklerini naklederdi[5].

Bu bölümde yeterince ekonomik liberalizmin savunması yaptığımı sanıyorum. Ekonomide liberalizmin hadlerinden, yani artık geçerli olmadığı şartlardan da bahsettim. Bu sınırlar konusunda daha iyi bir fikir edinmek için Ha-Joon Chang’ın “Merdiveni tekmelemek (Kicking away the ladder)”, “Kötü Samaritanlar (The bad Samaritans)” ve “Kapitalizm hakkında size söylemedikleri 23 şey (23 Things they don’t tell you about capitalism)” kitaplarını tavsiye ederim. Chang bol bulunan sosyalizm propogandistlerinden değildir. Ciddî bir iktisatçıdır ve kendi ülkesi olan Güney Kore’yi tam da kalkınma çağında yakından izleyebilmiş olması ona bilimsel ve entelektüel bir avantaj sağlamaktadır[6].





[1] İthal edilen muhasebe programlarının çoğu, çek hesaplarında çekin yazıldığı tarihin geleceğe ait olmasını kabul etmediği için, bu programların “Türkiye’ye uyarlanması” gerekmektedir.
[2] Ancak, önce, bütün Marksist rejimlerin acımasız totaliterliğ karşısında bazı düşünürler kendilerine yöneltilen “Kapitalist” ithamını kabul eder, müdafaa eder hale geldiler. Marksizmin dünya çapında yenilgisi belirginleşince de Kapitalist ve Liberal etiketleri iftihar vesilesi hâline geldi.
[3] “Alman Mucizesi”, Konrad Adenauer’in liderliğinde o zamanki Batı Almanya’nın ekonomik başarısına verilen addır. Adenauer’in ekonomi politikasının ORDO dergisi etrafında toplanan iktisatçıların düşüncelerini yansıttığı söylenir. Bunlardan Wilhelm Röpke, Nazi döneminde Almanya’dan Türkiye’ye göçmüş ve bir süre İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Röpke, fikirlerini “üçünü yol” diye de isimlendirmiştir. Buna rağmen Viyana İktisat Ekolü, onu kendinden sayar. İllâ “üçüncü yol” etiketine ihtiyacımız varsa, en tutarlı üçüncü yol, Röpke’ninki gibi görünüyor. Daha fazla bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Wilhelm_R%C3%B6pke 
[4]Türk’üm Özür Dilerim”, İskender Öksüz, Bilge Kültür Sanat, 2013, s. 111.
[5] Tahsin Yılmaz Öztuna, özel sohbet. Danişmend, Atsız sohbetindeki fikirlere bu sohbetten kısa zaman önce İstanbul Üniversitesi’nde bulunan Röpke’nin etkisi olup olmadığ, sorulabilirilgi çekici bir araştırma konusu olabilir. (Bir önceki dip nota bakınız.)
[6] Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü (Kicking Away the Ladder), İletişim Yayınları 2003; Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey, Say Yayınları 2012, Sanayileşmenin Gizli Tarihi (Bad Samaritans), Epos Yayınları 2012.