1970’lerde Türkiye, Rusya’nın komünizm ideolojisini
kullanarak giriştiği saldırıyla karşı karşıyadır. İki kutuplu dünyanın diğer
kutbunun lideri ABD’dir. Komünist kutba göre komünizm “bilimsel”, “tek yol”,
tek doğru ve aşikâr gerçekti. Peki, karşı taraf neydi? O da “emperyalist” idi.
Sınıf şuuru pek kimsenin umurunda olmadığı için- hiçbir zaman da olmadı- ABD’ye
ve Batı’ya muhalefet anti-emperyalist görünümünü vurgulamak zorundaydı ki asıl
mensubiyet şuuruna, milliyetçiliğe hitap edebilsin. Öyle de yaptı.
O günkü solun çoğunluğu Türkiye’nin bağımsızlığı için
emperyalizme direndiklerine inanırdı. Peki Rusya? O, komünist olduğu için
emperyalist olamazdı. Bu mantık tuzağını ilk bozan Çin oldu. SSCB, Çin’e göre,
“sosyal emperyalist” idi.
Bu mücadele içinde milliyetçilerin sloganı, son derece
mantıklıydı: “Ne Amerika ne Rusya!”. Ortaya bir de Maoculuk çıkınca, slogan
biraz uzadı: “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türklük için”.
O günlerden bu güne yarım asır geçti. “Komünist dünya” diye
bir şey kalmadı. SSCB, egemenliği altındaki milletlerin önemli kesimini
bırakmak zorunda kaldı ve “bilimsel sosyalizm”i hem pratikte hem teoride terk
etti. O artık SSCB değil Rusya idi. Çin aynı şeyi pratikte yaptı ama teoride
hâlâ “komünist”. Daha önce gördüğümüz gibi, bu öyle bir “komünizm” ki, Çin
tarifine göre, ekonominiz ne kadar gelişmişse o kadar komünistsiniz. Demek ki
Lüksemburg, Norveç, ABD v. s. en komünist ülkelerdir. Böyle komünizmi kim
istemez?
Soğuk savaşı komünist dünya kaybetti ama- çok şükür-
silahlarla değil. Ekonomiyle kaybetti. İdeolojinin cenderesindeki ekonomi,
gerçeğe daha yakın bir ekonomik ve sosyal düzen karşısında güçsüz düştü ve
mağlup oldu. Bilim, gerçeği aramanın metodu olduğuna göre buna, ideolojinin
bilime yenilmesi de diyebilirsiniz.
Otoritenin dayattığı yapma gerçek değil, gerçeğin otoritesi
hâkim oldu.
* * *
Türkiye’deki mücadelede- daha önce de bahsedildiği gibi-
komünizmin güçlü bir ekonomik teoriye dayandığı yanılgısı vardı. Yukarıdaki
kısa özet “komünizmin güçlü ekonomik teorisi”nin ne kadar yanlış bir algılama
olduğunu gösteriyor. Fakat o zamanlar Türkiye’deki “aydınlar” dünyaya
baktıklarında bunun tam tersini görüyorlardı. Komünistlerin güçlü bir ekonomik
teorisi vardı; dünyada başka hiç kimsenin de yoktu. Solcular tabiatıyla bu
fikirdeydiler; işin tuhaf tarafı, tarafsızlar ve hatta sağcılar da bu fikirdeydi!
Peki, biz, milliyetçiler, ekonomi için ne diyecektik? Öyle
ya, bir şey söylemek zorundaydık. “Ne Amerika, ne Rusya” iyi bir slogan
olduğuna göre buna simetrik bir iktisat sloganı bulabilirdik: “Ne komünizm, ne
kapitalizm!”. Maksada ve o günlere son derece uygun bir slogan. Bir eksiği
vardı, birisi “Peki ne?” diye sorsa ne diyecektik?
- Ne Amerika ne Rusya!
- Peki ne?
- Türkiye!
Son derece doğru. Şimdi de doğru, o gün de doğru. Bu aslında
bir iddia, bir ideoloji değil, asırlardır geçerli olan dünya realitesinin eksik
ifadesidir. Doğrusu, dünyada milletlerarası hayatın millî menfaatler üzerine
kurulduğu; millî menfaat için rekabetin, millî menfaat için iş birliğinin aynı
anda yürüdüğüdür.
Fakat “ne sosyalizm, ne kapitalizm” gerçeğe aynı kuvvette basmıyordu.
Daha kötüsü “peki ne?” sorusunun cevabı hazır değildi. Bu cevap için “üçüncü
yol” diye bir ifade bulduk. Fakat bunun içi dolu değildi. Kimisi üçüncü yolu
biraz ondan, biraz diğerinden diye anlıyordu ki bu bir anlamda o yılların
modası “karma ekonomi”ye yakın bir tutumdu. Bir fikir sisteminin ille bir
ekonomik ideolojisinin de olmasını isteyenler daha fantastik yaklaşımlar
peşindeydi. Meselâ, “İslâm’da para altına dayanır” gibi. Tuhaftır ki en uçtaki
liberallerin de görüşü budur. Altın muhalifleri – o tarihlerde- SSCB’nin altın
rezervlerinin Batı’nınkinden mukayese edilmeyecek kadar fazla olduğunu, altın
temelindeki bir paraya geçildiğinde SSCB’nin New York borsasını satın
alabileceğini iddia ediyordu. Doğru muydu? Sanmıyorum. İslâm adına böyle bir
iddiada bulunmak açıktır ki, “altın çağ” arayan arkaizmin bir örneğiydi.
Banknot, mevduat, numaralı M harfleri yenidir. Altın ve gümüş, binlerce yıl, en
eski medeniyetlerden beri paranın temeliydi.
Bir başka “çare” dostum Kurt Karaca’nın “Milliyetçi Türkiye”
kitabındaki ekonomik tezdi. Herkes gelirinin %10’unu zorunlu olarak devlete
verecekti. Devlet de bu yüzde onlarla yeni fabrikalar, ama kötü değil, iyi
fabrikalar kuracaktı (fabrika yapan fabrikalar!). Bunların mülkiyeti de o yüzde
onları verenlerin olacaktı. Bu teze para toplama tarafından baktığımızda,
vergilerin arttırılmasından bir farkı yoktur. Mülkiyet tarafından bakıldığında
ise tek tek batan tarım kooperatiflerinden, kolhoz, sovhoz, kolektif veya
korporasyon anlayışından esintiler görürüz. “Kim, kimin malını kimin için?”
matrislerindeki mülkiyet zorunlu olarak size verilen bir belgeden- belki bir
makbuzdan- ibaret değildir. O mülkiyetin içinde, iktisatta “tasarruf” denilen
faktör en önemli parçadır. Bu “tasarruf”, kelimenin alışılmış kullanımdaki
“birikim” anlamında değildir. “Sizin” olan şey üzerinde onu dilediğiniz gibi
kullanma, değiştirme, yönetme yetkisidir.
Ortaklığınız, ortak olunan üzerinde size bir yetki vermiyorsa, bu
“üçüncü yol” bir felâketle sonuçlanan konut edindirme hikâyemize veya tütün,
fındık v. s. kooperatiflerimize dönerdi. O plan uygulansaydı, çalışanların
ücretlerinde önce %10’luk bir azalma olacak, ardından bunun yol açtığı
yoksulluğu gidermek için o civarda bir zam yapılacak, bu da bir o kadar
enflasyon getirecekti. O yıllarda paramız konvertibl değildi ve toplanan %10’lar
yatırım malı ithaline dönüşemezdi ki hemen bütün yatırımlar büyük oranda
ithalâta dayanırdı.
* * *
O değil, bu değil… Peki, nedir milliyetçiliğin ekonomisi?
Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir şey yoktur. Çünkü
milliyetçiliğin metodu, bilimin bizzat kendisidir. Fakat milliyetçiliğin
ekonomiden beklentisi vardır: Milletin bekası için çok üretim, yüksek rekabet
edebilirlik, mutlu bir toplum ve güçlü bir millî devlet. Bunlar olmazsa,
“beylik” gitmektedir. Emperyalizmin, “ben üstünüm, çünkü benim kültürüm üstün”
iddiasına ancak bunlarla karşı konulabilir.
Milliyetçiliğin ekonomisi ekonomiden ibarettir. Tıpkı
Pareto’nun dediği gibi, “Ekonomide
ideolojiler yoktur; sadece ekonomi bilenlerle bilmeyenler vardır”. Pareto’ya bir şey ekleyebiliriz: Ekonomide
“bilenler”in de her şeyi bilmediklerini… Bu hemen bütün bilimler için doğrudur
ama en karmaşık problemleri çözmeye çalışan sosyal bilimler ve bu arada ekonomi
için daha da doğrudur.
Her şeyi bilmiyoruz ama bazı şeyleri artık biliyoruz.
Yaptığımızda refaha ulaşacağımız, yapmadığımızda fakirleşeceğimiz en az iki
şeyi çok iyi biliyoruz:
- Sahipliğin verime müthiş etkisini;
- Piyasanın ekonomiyi verime yönlendirme gücünü.
Sahiplik
Geçen bölümlerde anlatılan “kim, kimin parasını, kim için,
nasıl harcar”, “kim, kimin dikkat ve emeğini, kim için, nasıl verir”
sorularının cevap matrislerinin işaret ettiği bu sahiplik meselesidir. Çin’in
çok uzun zaman âdeta süründükten sonra birden kalktığı ekonomik atak bu sahipliğin
sonucudur. Emeğin yabancılaşmasına engel sahipliktir. Emeğin yaratıcılığının
şartı sahipliktir.
“Mülkiyet” yerine
kasten “sahiplik” diyorum. Çünkü insanın mülkiyeti altında bulunanlara sahip
çıkmaması da mümkündür, mülkü olmayanlara sahip çıkması da. Sahiplik, Türkçenin
“sahip çıkma” ifadesini de hatırlatır. Vatan ve millet bizim mülkümüz değildir
ama biz onun sahibiyiz. Mehmet Akif’in
Sahipsiz olan memleketin batması
haktır
Sen sahip olursan bu vatan
batmayacaktır
mısralarını her dile tercüme etmek kolay değildir. Partiler,
üyelerin mülkü değildir ama onlar partilerine sahip değillerse başarı
sınırlıdır. Bu son birkaç örnek sahiplik kavramını alışılmış ekonomi
anlayışının dışına taşır.
Bir veya birkaç kişinin ortaklaşa sahip olduğu ekonomik birimler
inovasyonların, geleceğin büyük şirketlerinin çekirdeğidir. Büyük
organizasyonlarda çalışanların organizasyona sahip olmalarını sağlamak da
çağdaş yönetim biliminin ana konusudur.
Piyasa
Hangi ürünün (mal veya hizmet), ne miktarda üretileceğinin, kaça
satılacağının en sağlıklı belirleyicisi serbest piyasadır. Bu konuda o kadar
deneyim birikmiştir ki, bu gerçeğe direnmek saçma hâle gelmiştir. Rahatlıkla,
“bilim böyle söylüyor” diyebiliriz. (Bu ifadenin sık sık suiistimal edildiğini
bile bile.)
Piyasanın, ülke ekonomisini en üst verim düzeyine çıkardığı
matematik modellerle ispat edilebilmektedir. Öyle bir “en üst” ki, serbest
piyasanın ekonomiyi ulaştırdığı azami verim noktasında, güç kullanarak bir
değişiklik yaparsanız, bazı birimlerin lehine bir sonuç elde edebilirsiniz.
Fakat ekonominin tümünü, dolayısıyla toplumu daha düşük bir verime mahkûm
edersiniz.
Ancak piyasanın ferasetinden söz ettikten sonra birkaç
noktaya dikkat çekmek gerekir:
- Ürün hakkında üretenle tüketendeki bilgi eşit ve simetrik değilse piyasa söz konusu değildir.
- Tekel veya sınırlı sayıda el (oligopoli) varsa piyasa yoktur.
- Gerçek olmayan bir fiyatlama varsa (damping gibi) piyasa yoktur.
Piyasayı çarpıtan bu unsurlara iç ticarette de milletler
arası ticarette de rastlanır. Ancak milletlerarası ticarette bunları zamanında
tesbit etmek daha zor olabilir. Üstelik işin içinde devlet gücüyle sağlanan
haksız avantajlar ve geleceğe yönelik tehditler de barınabilir.
“Gizli el” ve “piyasa” için söylediklerimiz denge halleri
için ve – ekonomistlerin Latince’sini söylemeye bayıldıkları: “seteris paribus”
—diğer âmiller sabitken doğru bir kurallardır. Balonlar şişerken ve patlarken
pek de geçerli olmuyorlar.
Son olarak, “denge hali”nin bugüne odaklandığını, uzun
vadeyi pek dikkate almadığını da göz önünde bulundurmak lâzımdır. Meselâ
“mukayeseli avantajlar teorisi”, ülkelerin en iyi ürettiklerine konsantre
olmaları gerektiğini, iyi üretemediklerini ithal etmelerinin daha makul olduğunu
söyler. Bu davranışın genel verimliliği en üste çıkardığını matematikle de
ispat etmek mümkündür. Fakat bu teori, her ülkenin şu anda ne üretiyorsa on-
yirmi- otuz yıl sonra da aynı şeyi üretmeye mahkûm olduğunu var saymaktadır. Bu
teoriye göre henüz endüstrileşmemiş bir ülke, meselâ şeker kamışı üretiyorsa,
endüstrileşmeye gayret etmemeli şeker kamışına odaklanmalıdır. Bu saçma sonuç,
zaman içinde değişebilmenin teoride bulunmamasından kaynaklanır. Belki biraz da
bu teorinin, endüstri ülkeleri tarafından propaganda edilmesinden...
Ekonomide devlet
Devlet ekonomide büyümeli mi küçülmeli mi?
Yukarıdaki tespitlerden sonra bu sorunun kendisini
sorgulamamız gerekiyor. “Devlet küçülmeli” hükmü, sahipliğin devlet tarafından
ihlâli, devletin bizzat üretime girmesi veya piyasaya narhlarla, tavan veya
taban fiyatlarla, yasaklamalarla müdahalesi anlamına geliyorsa, devlet bunları
yapmamalıdır.
Fakat devlet, hukuk sistemiyle sahipliği korur: Birinin
malını bir başkasının çalmasına engel olur. Borçların ödenmesini sağlar.
Üretimin can damarı olan karşılıklı mukavelelerin işlerliğini garanti altına
alır. Sahiplik sınırlamaları başlığı altında saydıklarımızın gözetimi ve
uygulaması da devletin işidir. Devlet hayatî önemi olan bu konularda küçülemez.
Tersine, ne kadar güçlü, etkili ve hızlı ise o kadar yarar sağlar.
Benzer şekilde piyasayı tahrip eden tehlikelere karşı da
devletin güçlü, etkin ve hızlı olması gerekir. Tekellerin engellenmesi,
dampingin hızlı tespiti ve yasaklanması, bilginin simetrik olmadığı sağlık gibi
alanlarda kontrol devletin görevleri arasında ilk sıradadır.
Sonuç, üretimi bizzat yapmaya kalkışmayan bir devlet; buna
karşılık hukuk sistemiyle etkin, güçlü ve hızlı bir devlet, ekonomide başarının
olmazsa olmaz şartıdır. Daha önce ele aldığımız, Fukuyama’nın “Devletin gücü/
devletin kapsamı” grafiğinde, Türkiye bir an önce kapsamı daha dar, fakat gücü
çok daha yüksek noktaya çekilmelidir. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin bulunduğu
yere.
“Devlet- ne için?” bölümünden hatırlaycaksınız: Liberal ekonomi
teorisyenleri, devletin kapsamının daraltılmasını öne çıkarırken, gücünün de
arttırılması gerektiğini bir süre ihmal ettiler. Milton Friedman’ın, “’özelleştirin, özelleştirin, özelleştirin'
diyordum. Yanılmışım. Şimdi anlaşılıyor ki kanun hâkimiyeti, özelleştirmeden
daha temel bir meseleymiş.” sözleri, bu yanıltıcı ihmalin itirafıdır.
Türkiye nerede?
Türkiye’nin son otuz yılında devletin kapsamı, gerektiği
şekilde küçülmüştür. Devletin girmemesi gereken alanlarda hâlâ bazı kalıntılar
mevcutsa da meselâ KİT’lerde “daha küçük devlet”in artık birinci meselemiz
olmadığını söyleyebiliriz.
Fakat aynı otuz yılda, devlet daha güçlü ve daha etkin
olamamıştır. Şimdi baş meselemiz bu gücün, etkinliğin ve hızın sağlanmasıdır.
Daha küçük devlete giderken, daha güçlü devlete ulaşamamak, kanun hâkimiyetinin
işlememesine, sahipliğin de piyasanın da tahribine yol açar.
Türkiye’de devletin güçlü, etkin ve hızlı olmadığını neye
bakarak söylüyoruz? Şimdi sayacaklarım hastalığın belirtileridir ve “Devlet ne
için?” bölümündeki tespitlerin ayrıntılandırılmış hâlidir:
§
Gelişmiş ülkelerde insanlar, kanundan sapanları,
“seninle mahkemede görüşürüz” diye uyarır. Türkiye’de “istersen mahkemeye git”,
hukuk sisteminin tahammül edilemez derecede yavaş çalışmasının hastalık
belirtisidir. İş dünyasının kontrat kadar önemli unsuru “borç senedi” işlemez
hale gelmiştir. Karşılıksız çek dolandırıcılık sayıldığından ödenmemesi halinde
daha ağır ceza tehtidi bulunduğu için senet yerine kullanılan “vadeli çek”,
Türkiye’ye has bir hastalıktır
.
§
Türk ekonomisinin yarıya yakını “kayıt dışı”dır.
Devlet ihtiyacı olan gelire ulaşamadığı için vergi verenleri, zorunlu sigorta
ödemelerini yapanları cezalandırır, vermeyenler haksız rekabet gücü kazanır.
§
Kaçakçılık da gümrükte yolsuzluk da yaygındır.
Bu da hem millî çıkarların kaybına hem de mevzuata uyanların bozuk piyasada
rekabet edememelerine yol açar.
§
Vergilendirme sağlıklı yapılamadığı için devlet,
dolaylı vergilere (enerjide, iletişimde, v. s.) ağırlık verir. Bu, üretim
maliyetlerini artırır, ülkenin dünyayla rekabet gücünü tahrip eder.
§
Türkiye, uygulanamayan kanunlar diyarıdır. Belki
ekonomi anlamında küçük, fakat hastalığın belirtisi olma anlamında örnekler
trafik düzenimizde; korsan yayıncılıkta açıkça görülür.
§
Siyasî ve bürokratik gücün desteği ile başarı
sağlanması, yani yolsuzlukta, yakın kayırmada Türkiye, uluslar arası ölçme
sistemlerinde hâlâ en şaibeli ülkeler arasındaki yerini korumaktadır.
Türkiye’nin yönetimine talip olanlardan, bu gibi problemleri
nasıl ve hangi vadede çözeceklerini açıklamalarını istemek, bunları yapıp
yapmadıklarını izlemek hakkımız; bu ülkenin sahipleri olarak görevimizdir.
Bu liberalizm mi?
Önce şu gerçeği tekrarlamakta yarar var: Ekonomi, bazı
düşünürlerin icat ettikleri ideolojilerle kurulmamıştır. Ekonomi, ilk insan topluluklarından itibaren ortaya
çıkan ilişkilerin ismidir; bu ilişkileri inceleyen bilim dalının da adıdır.
Yaygın algılama, bu bağlamda, “kapitalizm” diye bir ideolojinin ortaya çıkıp
ekonomiyi kendi öngörülerine göre düzenlediğidir. Bu yanlıştır. Kapitalizm diye
bir ideoloji kurulmamıştır. “Kapitalizm”, mevcut ekonomiyi tenkit edenler
tarafından yaşanan hale verilen isimdir.
Mevcut halin iyi olmadığını, bunu zorla değiştirmek gerektiğini, daha
doğrusu isteseniz de istemeseniz de mevcut hâlin zorla değişeceğini ve “olması
gereken” hale dönüşeceğini savunan Marksizm’dir ki Marksizmin ekonomi
teorisinin çalışmadığını da kurulan Marksist ekonomiler ölerek göstermişlerdir.
Özetle “kapitalizm” bir ideoloji olarak değil, Marksizmin
mevcuda verdiği isim olarak ortaya çıkmıştır. Marksizm veya “bilimsel
sosyalizm” ise ideolojidir ve öngördüğü düzeni kendi ideolojisine sadık
devrimciler eliyle kurdurmak istemiştir. Kurdurmuş ve başarısız olmuştur
.
18. asırdan bu yana, olup biteni, gerçeği gözlemlediğimizde
ortaya çıkan, bu bölümde anlattıklarımızdır.
Karşı
olamayacaklarımız
Milliyetçilik adına “şuna da buna da karşıyız” derken,
dikkatli olmak zorundayız.
Özellikle:
- Sahipliği reddediyor muyuz?
- Piyasayı reddediyor muyuz?
sorularına olumlu cevap vermediğimizden emin olmalıyız.
Çünkü öyle evetler, verimsiz, batmaya mahkûm bir ekonomiye davetiye
çıkarmaktır. Her şeyi devletleştirmeyi savunanların tarihî bir tecrübe
dayanakları yoktur. Tam tersine tarih, hiçbir devletin memurlar vasıtasıyla
kalkındığını göstermiyor. Şunu da, şunu da, öbürünü de devletleştireceğim
diyenlerin gönlünde yatan, bu işlemler yapılırken kendilerinin devletin ta
kendisi olacağıdır. Tıpkı diktatörlüğü savunanların, kendilerini her zaman
diktatör farz etmeleri gibi.
Diğer taraftan bunlara “hayır” derken de diğer uca çekilip,
tekellerden mafyacılığa, kendisiyle birlikte ülke ve hatta dünya refahını da
sabote eden kontrolsüz risk saldırganlığına açılmadığımızdan da emin olmalıyız.
Adam Smith’in piyasa için kullandığı “sihirli el”i gerçekten de sihirli sanmak
hatasına da düşmemeliyiz. Dünya ekonomisini sarsan balonlar ve krizler sihirli
elin denge bozulduğunda felce uğradığını göstermektedir.
Bu yazılanlar liberalizm midir? 1970’lere, 1980’lere kadar
ortalıkta dolaşan devletçilik iddialarıyla karşılaştırıldığında evet, liberalizmdir;
Türkçesiyle, “hürriyetçilik”tir. Fakat
vergisiz, devletsiz, milliyetsiz liberalizm değildir. Adam Smith’in sihirli eli,
David Ricardo’nun mukayeseli avantajları gibi sınırlı kanunları Tanrı buyruğu
sananlara göre ise liberalizm değildir.
Bu bölümdeki düşüncelere illâ yabancı bir atıf gerekiyorsa,
yüzde yüz abone olmadığımız kaydıyla bu fikirlere en yakını, 1950lerdeki “Alman
Mucizesi”nin, Wilhelm Röpke’nin Ordoliberalizmidir
. Röpke, bir insanî değerler sisteminin
kontrolünde olmayan bir liberalizmin saldırgan bir haydutluğa dönüşmesinin
önünde hiçbir engel bulunmadığını düşünür ve toplumun mutlaka değerlere,
sevgiye dayanan bir mensubiyet şuuruna sahip olması gerektiğini söyler. Bu
fikirler, Röpke’den daha yenisi, nörolog Antonio Demasio’nun “
Dekart Hatası” kitabındaki bulgularla
örtüşüyor
.
İnsan yalnız aklıyla değil, hisleriyle de insandır. Biri yoksa ikincisi bir
şeye yaramamaktadır.
Fakat milliyetçilik, bizim anladığımız kapsamda hürriyetçiliğe
taraftardır; çünkü mutlaka ulaşmamız gereken zenginliğin bu yolla sağlandığını
hayatın kendisi göstermiştir.
Nihayet, ABD’de “liberal” dendiğinde anlaşılanla
Avrupa’dakinin de farklı olduğuna dikkat etmek zorundayız. ABD liberalleri,
kelimenin anlamının tam aksine, daha fazla devlet müdahalesini ve sosyal
devleti savunurlar.
Fikirlerimizin bugün kendilerine liberal diyen eski
Marksistlerin liberalliği ile de bir ilgisi yoktur. Onlar Marksist iken de Türk
Milliyetçiliği’ne karşıydılar, bugün de karşıdırlar. O zaman da “Türkiye
Halkları”ndan bahsederlerdi, şimdi de milletsiz bir Türkiye istemektedirler.
Siyasî ümmetçilerle işbirliği yapabilmeleri, her ikisinin de emperyalist
telkinler yönünde milliyetsiz bir Türkiye hayali beslemelerindendir. Marksist
oldukları dönemden en belirgin farkları, o tarihlerde daha çok SSCB’ye sempati
duyarlarken, bugün AB ve ABD taraftarı olmalarıdır. Bu sayılanların her birinin
Türkiye’de en sevimsiz buldukları düşüncenin, kendi çıkarlarına en ters
gördükleri düşüncenin Türk Milliyetçiliği olduğu muhakkaktır.
* * *
Milliyetçilik hürriyetçidir, çünkü milletin güçlenmesinin
yolu bundan geçiyor. Bu sonucu bize bilim, yani yaşananların gözlenmesi
gösteriyor. Yarın gerçekler, farklı bir modelin daha geniş refaha, daha güçlü
bir ekonomiye ve daha mutlu bir topluma götürdüğünü ispatlar hâle gelirse ona
döneriz. Fakat gerçekler buna pek ihtimal verdirmiyor. Ne zamandan beri? Bir
epeydir.
Rahmetli Yılmaz Öztuna’dan dinlediğim bir hatırayla bu bölümü
bitireyim: Sene 1952. Yer, İstanbul’da rahmetli İsmail Hami Danişmend’in evi.
Hazır bulunanlar: İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız ve iki genç, Yılmaz Öztuna
ile Sait Bilgiç. Danişmend ve Atsız, liberal ekonominin, İngiltere’yi nasıl
dünyanın bir numaralı devleti yaptığını anlatıyorlar ve bizim de bunu yapmamız
gerektiği konusunda fikir birliğine varıyorlar. Öztuna, genç dinleyicilerin bu
fikir alışverişini ve mutabakatı biraz hayretle izlediklerini naklederdi
.
Bu bölümde yeterince ekonomik liberalizmin savunması
yaptığımı sanıyorum. Ekonomide liberalizmin hadlerinden, yani artık geçerli
olmadığı şartlardan da bahsettim. Bu sınırlar konusunda daha iyi bir fikir
edinmek için Ha-Joon Chang’ın “
Merdiveni
tekmelemek (Kicking away the ladder)”, “Kötü Samaritanlar (The bad Samaritans)”
ve “
Kapitalizm hakkında size
söylemedikleri 23 şey (23 Things they don’t tell you about capitalism)”
kitaplarını tavsiye ederim. Chang bol bulunan sosyalizm propogandistlerinden
değildir. Ciddî bir iktisatçıdır ve kendi ülkesi olan Güney Kore’yi tam da
kalkınma çağında yakından izleyebilmiş olması ona bilimsel ve entelektüel bir
avantaj sağlamaktadır
.
Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü (Kicking Away the
Ladder),
İletişim Yayınları 2003; Kapitalizm
Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey, Say Yayınları 2012, Sanayileşmenin Gizli Tarihi (Bad Samaritans), Epos Yayınları 2012.